|  | İlginç ve Sıradışı Bir Şair: GARÂMÎ / Yrd. Doç. Dr. Kenan ERDOĞAN 
 
 İLGİNÇ ve SIRADIŞI BİR ŞAİR: GARÂMÎ                                                                                   ÖZET  Bu makalemizde XVI. Yüzyıl şairlerinden Divan şairi olarak bilinen 
Karaferyeli Garâmî üzerinde durduk. Garâmî, şairliği yanında musikî, hat, remil 
konusunda da bilgili ilginç bir şahsiyettir. Özellikle odun ve somun krizi 
konusunda yazdığı iki şiiri onun halk şiiri ve günlük hayatla ne kadar ilgili 
olduğunu göstermektedir. Yazıda bu kriz şiirlerinin yazılmasını açıklayan “âteş 
bahâsı” deyimi üzerinde durulmuş, tezkireci Aşık Çelebi’nin, Garâmî hakkındaki 
değerlendirmeleri ilâve edilmiştir.                    
Anahtar kelimeler:                 Garâmî, Karaferye, şiiri, 
aktüalite ve  ekonomik kriz, musikî, remilABSTRACT  An Extraordinery 
Poet: Garâmî                In 
this present study, I dealt wıth Karaferyeli M. Garâmî who was known as one of 
the 16th Century Divan poets called shortly Garâmî. Together with being a poet, 
heat the same time has some knowledge on music, reml and calligraphy; that is, 
he has one of a kind personality. In giving information about him, I 
specifically dealt with two of his poems considering the crisis of leat of bread 
(somun) and firewood of his time. These poems indicates that the poet were 
always interested in the daily public life of his society and the folk poem. 
After giving information about his idea and position in this crisis I added the 
text about him given by Aşık Çelebi’s and other Tezkire writers.     Giriş Özellikle Tanzimat devrinden başlayarak Cumhuriyet 
döneminde şiddetini artıran bir şekilde Eski (Divan) şiirin, günlük sorunlarla, 
halkın problemleriyle ilgilenmediği, halktan ve hayattan kopuk olduğu, saray 
çevresinde belli bir kitleye, yüksek zümreye hitap ettiği.. şeklinde bir çok 
tenkitlerle yaylım ateşine tutulduğu söylenebilir. Hele Namık Kemâl ve 
arkadaşlarının yeni edebiyatı yerleştirmek için eski edebiyatın kusurlarını 
sayıp dökmeleri hattâ karikatürize etmeleri pek çoğumuzun bildiği bir husustur. 
Cumhuriyet döneminde de bu durum böylece devam etmiş ve genel bir kanaat hâlini 
alarak ders kitaplarına bile girmiş âdetâ kemikleşmiş bir yapı oluşturmuştur. 
Ancak bir hayli zaman sonradır ki sağduyu galip gelerek daha önyargısız 
değerlendirmeler yapılmaya başlanmıştır. Tabiîdir ki bu tenkitler de tenkit 
edilmiş, yapılan tartışmalar bir çok kitap ve makaleye konu olmuştur. Bu sebeple 
sahada çalışan uzman, bilim adamları ve akademisyenlerin bu bilgisizliği 
gidermek, önyargıları aşmak ve kemikleşmiş yapıyı kırmak için Eski/Klâsik/Divan 
şiiriyle ilgili bilimsel yayınlarının yanında zaman zaman tanıtıcı, aktüel, 
popüler yazılar yazma yoluna girdikleri de görülmektedir.              Artık 
bu gün Divan şiirine, hattâ genel olarak şiire çok farklı açılardan 
bakılabildiği gibi bu arada 
hep farklı yönlerine bakılarak arada derin uçurumlar varmış gibi gösterilen halk 
ve divan şiirinin ortak yönleri üzerinde 
de durulmuş ve divan şiirini halk şiirine yaklaştıran bir özellik olarak 
deyimler ve atasözleri konusunda da çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Biz bu yazımızda önce belki de kriz zamanlarının bir deyimi olan 
“âteş bahâsı” deyimi üzerinde biraz durarak sonra da tezkireci Âşık 
Çelebi(ö.1571)’nin odun ve somun sıkıntısı (krizi) üzerine iki murabba‘ 
yazdığını söylediği ve kendisiyle görüşerek, uzunca hayatını hikâye eylediği 
ilginç ve sıradışı bir şair, Garâmî hakkında bilgi vererek hakkında yazılanlara 
ve bu manzūmelerine yer vermeye çalışacağız.                
Manzūmelerin Yazılmasını Açıklayan Bir Deyim: Âteş 
Bahâsı               Türkçe’mizde çok pahalı, fiyatı çok yüksek anlamına “ateş 
pahası” deyimi vardır. Deyimin 
kaynağı ve nasıl ortaya çıktığı konusunda İskender Pala, kaynak belirtmeden 
özetle şu hikâyeyi anlatır: Osmanlı padişahlarından biri maiyyetiyle beraber ava 
çıkmıştır. Ancak yağmurda iyice ıslandıktan sonra havanın soğuyarak ayaza 
kesmesi ve av yerinin yerleşim merkezine uzak olması nedeniyle dağda bir 
oduncunun kulübesine sığınırlar. Oduncu onları sabaha kadar sıcakta ateşin 
karşısında rahat ettirerek ikramler eder. Sabah bu hizmetinin fiyatını sormaları 
üzerine de, gelenin padişah olduğunu anlayan ve geceleyin çevresine “bu ateş bin 
akçe eder” demesini fırsat bilen oduncu “bin altın” diye cevap verir. 
Vekilharcın “ne ikram ettin ki bu kadar para istiyorsun bu ne bahâsı be adam!” 
diye sorması üzerine de “sabaha kadar ateşi kıvamda tutarak sizi üşütmedim, âteş 
bahâsı”diye karşılık verir. Akşamki sözünü hatırlayan padişah paranın 
verilmesini emreder. Ancak gözü açık ve fırsatçı oduncunun padişahtan aldığı 
para ve “âteş bahâsı” sözü de çevrede duyularak yayılır gider.  Gerçekten böyle mi olmuştur, bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz, 
deyimin özellikle bir malın yokluk ve kıtlık zamanında çok kıymetlenerek 
değerinin çok arttığını belirtmek için kullanıldığıdır. Böyle durumlarda o şey 
ateş pahasına çıkar. Yani olduğundan çok fazla değer kazanır. Bu da elbette 
fırsatçı, muhtekir ve  vurguncuların ortaya çıkmasına yol açar. Krizin 
atlatılmasından sonra piyasa oturur ve yine her şey kendi değerinde alınır ve 
satılır. Ancak fırsatçı ve gözü açıklar da vurgunu yaparak kısa zamanda çok para 
kazanırlar. Bu durum, bazan –Garâmî gibi- bir şairin şiirinde tarihe tanıklık 
eder. Bazan da şair kendi sözüne bir temsil getirerek anlamı kuvvetlendirir. 
 Ayrıca atasözü kullanmak, divan şiirinde îrâd-ı mesel yahut 
irsâl-i mesel denilen edebî sanatı oluşturan unsurlardan biridir. Başka 
şairlerde de görülmekle beraber XV. Yüzyılın büyük gazel şairi 
Necâtî(ö.1509)’denberi divan şairleri buna çok önem vermişler âdetâ atasözleri 
ve deyimlerle şiirlerini süslerken “taşı gediğine koyma”nın tadını 
çıkarmışlardır.  Divan şairlerinin söyleyişiyle “âteş bahâsı”, bir çok şairimizin 
dilinde değişik ilişkilerle farklı şekillerde kullanılmıştır. Aşağıda 
Sâkıb Dede(ö.1735)’nin beytinde sahbâ yani şarap, dostların “şem safâsı”na 
toplandığı sırada “âteş bahâsı”na da çıksa yerinde görülürken ; mahallî 
renkleri, deyim ve atasözlerini kullanmayı seven Diyarbakırlı Hami(ö.1747)’nin 
beytinde “güzellik mumu olan sevgilinin kavuşma nimetinin el yakacak kadar ateş 
pahasına” olduğu anlatılır:  Yârân ki bezme cem‘ olsa şem‘ safâsına Sahbâ yerinde çıksa ger âteş bahâsına Metâ‘-ı vuslatı âteş bahâsına Hâmî O şem‘-i hüsn ile âzâde el değer mi meger             
Erzurumlu Hâzık (ö.1763) ise kıt olan bir malın fiyatının çok pahalı olacağını, 
ancak kervanlarla mal gelmesi, yani piyasaya çok mal sürülmesi üzerine fiyatının 
düşerek ucuzlayacağı gerçeğinden hareketle, sevgilinin ayva tüylerini kervana 
benzeterek “sevgilinin yanağını öpüş şimdilik çok  pahalı. Ancak hat kervanı 
geldiğinde ucuzlar” der. Būs-ı ‘ızârı 
şimdilik âteş bahâsına Geldükde kârbân-ı hatı râyegânlanur             
Arpaeminizâde Sâmî (ö.1733) ise odun ve kömür sıkıntısının, peşpeşe gelen çetin 
açlık ve kıtlık sonucunda gönülleri eziyet ve sıkıntılara soktuğunu 
söylüyor: Siyâh-ı 
fahm ile âteş bahâsına heyzüm Netîce serd-i kahtile dil meşakkatde             Nâmık 
Kemâl ve Ziya Paşa gibi şiirin büyülü ortamına klâsik şiirle başlayıp yeni 
şiirde karar kılan Tanzimat dönemi şair, gazeteci ve atasözleri derleyicisi 
Şinasî (ö.1826-1871) de aşağıdaki beytinde Hâzık ve Hâmî’nin yukardaki 
beyitlerine yakın bir söyleyişle sevgiliye kavuşmanın zorluğundan sözeder. “ O 
ay yüzlü güzelin kavuşma kumaşı âteş bahâsına! Onu elde etmek (satın almak) için 
bin(lerce) göğüs yarası ister: (Burada yaranın şekil olarak yuvarlak ve paraya 
benzediği de hatırlanmalıdır.) Bin dâğ-ı sîne 
ister iştirâsına Kâlâ-yı vaslı ol mehin âteş bahâsına             “Ateş 
pahasına” deyimine bir örnek de Cumhuriyet devrinden, “garip” akımının önde 
gelen şairlerinden Orhan Veli Kanık’tan .. Arabacı nasıl 
kıyar düvesine Varı yoğu bir 
çift öküzü Gelinlik bir 
kızı / Üç tane kuzu Her şey ateş pahasına             
Yukardaki beyitlerde deyimin daha çok sevgili ve güzelle ilgili olarak mecaz ve 
tevriyelerle kullanılmasına karşılık O. Veli Kanık’ın, Sâmî’nin, nispeten 
Hâzık’ın mısralarında gerçek hayattan, ekonomik krizlerden de izler taşıdığını 
söyleyebiliriz.  Garâmî, şairliğinin yanında -hattâ ondan çok- mūsikîşinas ve 
remmâl, hüner ve meziyet sahibi, hoş sohbet birisi ve on parmağında on marifet 
olan ilginç ve sıradışı bir şahsiyet olmasıyla ön plâna çıkar. Altmışından sonra 
seyyidlik alâmeti olan sarık sarması da kendisiyle ilgili lâtifeler yapılmasına 
sebep olmuştur.  Şiiri ve kişiliği hakkında Sehî, “ehl-i dil nâzik musâhib eş‘ârı 
latîf ve kendüsi hayli zarîf kimesnedür” derken Hasan Çelebi ve Beyânî yalnızca 
sâde olduğunu 
söylemekle yetinirler. Kendisiyle görüştüğünü ifade eden ‘Âşık Çelebi, 
mūsikîşinaslığı ve  remmâllığına, odun ve somun hakkındaki murabba‘larına 
sayfalarca yer verdiği hâlde; şiiri ve kişiliğini “makbûl-i zurefâdan ve 
hıyâr-ı  şu‘arâdandur” gibi bir cümleyle geçiştirir. Meşâ‘irü’ş-Şu‘arâ sahibinin 
verdiği şiir örneklerinin içinde “Karaferye hakkında şehrengîzi vardır” diyerek 
Yaylak vasfında söylediği iki beytini örnek olarak alması ise onun bir eserinin 
olduğu yolunda verilen önemli bir bilgidir. Şimdi verilen bilgileri sırayla 
değerlendirerek sonunda bu metinleri ilâve etmek istiyoruz.             
Tezkirelerde Garâmî’nin Muklî hattile 
yazdığı hat ve imzaları yanında onun özellikle iki yönüne dikkat çekilmektedir: 
1. Mūsikîşinaslığı, 2. Remmâllığı.. Mūsikîdeki mahâreti “hoş-âvâz u 
tanbūr-nevâz, hoş-âyende ve küşâyende türkîcikleri ve nakş-gûne râz-bârîleri 
vardur. Kendi bir saz dahi te’lîf itmişdür”.. gibi cümlelerle verilir. Burada 
güzel sesi ve tanbur çalması yanında “türkîcik ve râz-bârî” gibi bestelerinin de 
bulunduğu hattâ “sîne-çâk” adını verdiği bir saz bile icad ettiği ifade 
edilmektedir. Ancak hocası Leyszâde sazı dinledikden sonra “bu sazdan vazgeç” 
diye yemîn verip saz yapımı konusundaki şiddetli dînî tehditlerle Garâmî’yi 
korkutmuştur.             
Remmâllığı hakkında da bir hayli malumât verilen Garâmî’nin, hususiyetle remilin 
bir türü olan ilm-i habâyâda eşsiz olduğu, bir çok defa sınandığı, sayılı bir 
kesenin içinde kaç akçe olduğunu, ondan kaç akçe alındığını bildiği ifade 
edilir. Bu arada bu oyun ve gelecekten haber verme işi konusunda bilgi verilerek 
Haccâc zamanındaki bir örneği anlatılır ve  Garâmî’nin de -anlaşıldığı şekliyle- 
gelecekten haber verme, insanın içinden geçenleri bilme, yitikleri bulma, 
yıldızları barıştırma (küsleri barıştırma veya belki de halk arasındaki adıyla 
muhabbet=şirinlik muskası yapma), sevgiliyi ayağına getirme, sevinci kedere, 
kederi sevince değiştirme gibi konularda usta olduğu anlatılır. Bu özellikleri 
belirtilirken tezkireci konuyla ilgili değişik terim ve tabirleri kullandığı 
gibi şair de şiirlerinde bunlara örnekler vermiştir. Ancak bu konu kendisiyle 
ilgili bir şakaya da konu olmuştur. Şöyleki 60 yaşından sonra seyyidlik ‘alâmeti 
olan yeşil sarık sarınınca bir rivayete göre ‘Âşık Çelebi bir mecliste ona rast 
gelmiş ve “Efendi siyâdetinüz evvelden bilmezdünüz, gâlibâ habâyâ-yı reml ile 
vâkıf oldunuz” demişler. O da hayli alınmış.  Garâmî’nin şiirlerinden maalesef elimizde yalnızca tezkirecilerin 
örnek olarak verdikleri kalmıştır. Bu konuda özellikle ‘Âşık Çelebi Tezkiresi, 
verdiği ayrıntılı bilgi ve bol örnekleriyle onun biyografisinin yazılmasında 
nerdeyse tek kaynak durumundadır. Sehî hariç diğer bütün kaynaklar Çelebi’den 
aldıklarını satmaktadırlar dersek yanlış söylemiş olmayız. Örnek olarak 
gösterilen tek beytin de kaynağı yine odur.  16. Yüzyılın Sehî, Latîfî ve Âşık Çelebi gibi üç büyük Tezkiresi 
üzerine bir araştırma ve eleştiri hazırlayan Prof. Dr. Harun Tolasa’nın eserinde 
Garâmî, doğduğu yer olan Karaferye; kadılık ve müderrisliği; zevk ehli olması 
sohbet ve arkadaşlığı; nezâket ve zarâfeti ile mūsikîdeki hüner ve kabiliyetleri 
dolayısıyla geçmektedir. Remmâllığı ve ilm-i habâyadaki üstadlığı pek söz konusu 
edilmemiş sadece ilim bahsinde mūsikî de dahil bu ilimler dolayısıyla, hünerli 
şairler arasında sayılmıştır.  Garâmî hakkında en geniş bilgiyi verdiğini söylediğimiz A.Çelebi, 
örnek olarak alınan beyitler konusunda da cömert davranır: Şairin, Karaferye 
hakkında yazdığı Şehrengiz’inden Yaylak vasfında yazılmış iki beytinden başka 
-biri mütekerrir- sekiz beytini daha örnek verir. Bu beyitler onun 
mūsikîşinaslığı, remmâllığı ve ilm-i habâyadaki üstadlığı konusunda okuyucuyu 
bilgilendirirler. Bu sekiz on beyitlik örneklerde bile Garâmî’nin atasözleri ve 
deyimleri şiirde ustaca kullanan, yukarıda sayılan hünerlere sahip, söz ve 
sohbet ehli bir şair olduğu anlaşılmaktadır. Diğer şiirlerinden 8 beyit örnek 
veren Â. Çelebi’nin, odun ve somun hakkındaki murabba’ların yazılış sebebiyle 
birlikte, bir hayli (8 bend) örnek vermesi ve “hūb vâki‘olmışdur” demesi 
manzūmeleri beğendiğini göstermektedir. Örneklenen beyitlere baktığımızda 
şairimizin dilinin bir hayli külfetsiz ve “sâde”, âdetâ bir halk şairine yakın,  
üslūbunun da mîzâhî olduğunu söyleyebiliriz.  Şimdi -diğer kaynakların hemen hepsi ( Hasan Çelebi Tezkiresi 
dâhil) bunların kısa bir özeti ve tekrarı olduğu için- 16. Yüzyıl 
tezkirelerinden’Âşık Çelebi ve Sehî’nin Garâmî hakkında verdiği 
bilgileriaraştırmacıların dikkatine sunuyoruz.:   Mevlânâ Garâmî Karaferye’lidür. Kadıcık 
oğlı dimekle ma‘rūf ve ehl-i ‘ilm tâifesindendür. Emsâli ve akrânı arasında 
ehliyet ile mevsūf  fazîlet ve zekâvet ile tanbūr-nevâz ve ‘ilm-i mūsikîde tamâm 
imtiyâz bulnuş ehl-i dil nâzik musâhib eş‘ârı latîf ve kendüsi hayli zarîf 
kimesnedür. Ve bu bir iki beyt-i müreddef anun kendü eş ‘ârındandur. Şi‘r 
 Dehânı sırrına vâkıf leb-i la‘liyle yâr eyler Nitekim raz-ı pinhânı mey-i nâb âşikâr 
eyler Riyâz-ı fenn-i şi‘r içre lebün şeftâlisin dalam  Garâmî  mâ-yı midhatle suvarup âb-dâr 
eyler Sehî (ö.1548), 
Heşt Behişt, Haz. Günay Kut, Harvard 1978, s.334.               
Rûmili’nden Karaferye nâm şehrdendür. Adı Mehmed’dür. Muklî (Ma‘kılî) 
hattile yazdugı imzâları imzâlar içinde ser-âmeddür. Sâlik-i tarîk-ı ‘ilm olup 
kazâ-i Mısr’dan mütekâ’id Leyszâde merhūmdan mülâzim oldı. Hâlâ Rûmili’nde 
kâdîdür. Hûb-âvâz ü tanbûr-nevâzdur. Eş‘ârından gayrı hoş-âyende ve küşâyende 
türkîcikleri ve nakş-gûne râz-bârîleri vardur. Kendi bir saz dahi te’lîf 
itmişdür. Kemânesüz rebâb gibi ki kişi gögsi üzerine alup kemânçe sıyhı gibi 
sıyhın eñegine (eğnine) tayaya ve iki eliyle çeng nevâht ider gibi nevâht 
eyleye. Ol mülâbese ile adın sîneçâk itmişdür. Monlâsı Leyszâde işidüp kendi 
dinledükden sonra “bu sazdan vazgeç” deyu yemîn virüp te’lîf-i sâzda olan 
va‘îd-i şedîdle Garâmî’yi havf-nâk itmişdür. Mollâ gâyet üstâd remmâldür. 
Aksâm-ı remilden ‘ilm-i habâyâda hod adîmü’l-misâldür. Defa‘âtle imtihân 
olunmışdur. Bir kîsenüñ içinde olan ma‘lûmü’l-‘aded  akçeden bir mikdâr akçesin 
alsalar, Garâmî reml ile el-ân kaç akçe almışdur ve yirinde alan kaç akçe 
kalmışdur deyu ta‘yîn eylemişdür.  Fâide-i ihbâ ba‘zı kütüb-i tevârihde ve 
muhâdarâtda mezkûr “Lâ ya‘lemu’l gayba illâllâh” (el-hükmi lillâhi velâ râdde 
li-kazâihi) âyetinün tefsîrinde mestûrdur ki Haccâc bin Yûsuf  zamânında bir 
hâzık müneccim ve ‘ilm-i habâyâya ‘âlim kimesne var idi. Haccâc bir gün anı 
imtihân idüp yanında olan ma‘lûmu’l- ‘aded  bir mikdâr akçenün bir mikdârın alup 
bir mikdârın yerinde kodı. Müneccim ‘ilm kuvvetiyle ikisinüñ dahi ‘adedin beyân 
idüp isâbet itdi. Ba‘dehu mechûlü’l-‘aded akçeden bir mikdâr avcuna alup ‘adedin 
sordı. Müneccim her ne kadar ki cidd ü cehd itdi hatâ itdi. Haccâc sebeb-i 
‘aczin suâl itdükde bu cevâbı virdi ki “Gâlibâ sonragı ‘adedün aslı ma’lûm degül 
idi. (Haccâc) belî ma‘lûmum degül idi. Ammâ ne farkı vardur didi. Müneccim didi 
ki: Evvelki ‘aded malûm-ı beşer olup gayblikden gitmişdür. Anuñ içün ‘ilm 
kuvvetiyle ta‘yîn kâbildür. Ammâ sonragı ‘aded kimesnenüñ taht-ı ilmine dâhil 
olmayup ilm-i gaybîde kalmışdur. Anun ‘ilmi Hak te‘âlâya münhasırdur. Anda her 
‘ilm cehl ve heme ‘âlim câhildür. El-kıssa Garâmî’nün remlde hazâkati ve 
habâyâda mahâreti şöyle idi ki dildârı hânesine gelür mi deyu remleylese tâli‘ 
‘atebetü’t-dâhil olup sa‘ddur murâd hâsıl olur (sa‘d-ı der-murâd hâsıldur)  
diyince dilber ‘atebeden dâhil olurdı. Remlinde ‘akla [ferah] gelse (‘ukle 
değülse) nahsdur ‘akla keder gelse inkılâb-ı reml ile feraha tebdîl yanında 
kâbil olurdı. Beyâz humre (hamra) ile mümtezic degül iken ol yıldızların 
barışdururdı. Ve cem‘-i ezdâd eylemekde yanında sa‘d u nahsin ve dâhil ve hâric 
bir olup lahyân ile (mahyâtla) engis vefakı ile ferah (gibi) bir cemâ‘at 
mâbeyninde tezâdd olsa ol ana bir tarîk idüp ictimâ‘ virüp alışdururdı. Zenâtı 
remilde zebânı andan ögrenüp ol teskîn-i bezûh konsa ebdah meyl-i remli tahrîk 
idemezdi. Ve bilcümle mîzân-ı mîlile kâdî-i reml 
olup teveccüh eylese ‘âlem bir yana gelse zamîr bilmekde kimesne zamîrin tefkîk 
idemezdi. Sâhib-i remlün remlinde nokta-i bâd u nokta-i nâr hareket eylese 
katre-i sirişk ü şirâr-ı âhına istidlâl idüp âşık-meşreb oldugına hükm iderdi.  
Güm-geşteden suâl itseler, nokta-i hâk ile ‘amel idüp kebki (kebkebi) izin bulup 
ne yire vardugın ve tâli‘den sorsalar nokta-i hevâ delâletiyle sitâresi ne 
kevkeb oldugına hükm iderdi. Fakîr Serfice’ye anun yirine kâdî oldum. Nevâdirden 
çok letâyifi ve zarâyifi vardur. Cümle-i biri budur ki : Altmış yaşına dek sükût 
idüp ba‘dehu da‘vî-i siyâdet idüp sebz sarınmış. Bir meclisde râst gelüp “Efendi 
siyâdetinüz evvelden bilmezdünüz, gâlibâ habâyâ-yı reml ile vâkıf oldunuz” 
dimişler, hayli alınmış. Be-her-hâl makbûl-i zurefâdan ve hıyâr-ı  şu‘arâdandur. 
Şi‘r:(Eş‘âr-ı ū) Diler isen ki dile cevr idesin nâz öğren Hazz olunsun dir isen çok da degül az 
öğren Göz kulak ol güzelim dinle dehânuñ haberin                                             Sırr-ı 
aşkuñda bu gün gizlüce bir râz öğrenNice olur merhamet âşıkı bilmem dir isen 
 Gel begüm mihr ü vefâ ayetini yaz öğren 
 Gayra dem-sâz oluben hem-nefs olmakdansa  Gel Garâmî’yle ye iç şi‘r ile hem sâz 
öğren Ve lehu Kapuyı dîvâr ider erbâb-ı aşka nâzdan Kendüyi bir kûşeyile gösterür 
açmazdan             Ve lehu Ey Garâmî gazelün şevkıle şeh destin öper             Bûs idersin varuben sen dahi 
hünkâr eteğin             Ve lehu Ol kaşa nazîr olmaya ‘âlemde bir ebrû              Kim tura bile hançerine dise 
bire bru  Nesr: Karaferye 
hakkında Şehrengiz’i vardır. Yaylak vasfında dimişdür. Nazm: 
 Çilekler kim bitürür seng-i hârâ  İder gün terbiyetle 
la‘l-pâreSevr burcunda togar gice gündüzSıgır kuyrukları 
kuyruklı yılduz             Merhum Sultan Süleyman bir 
kış Edrine’de (sene erbaa‘ ve sittîn ve tis‘a miede 964/1556) kışlayup odun od 
bahâsına olup nân hemçünân oldukda Bend: “Âh odun illâ odun illâ odun” bendinde 
murabba‘ dimişdür. Bu iki mısrâ‘ı gâyet hûbdur: Beyt: Kapuyı yakdum odun itdümdi açuk kaldı bâb Haftasıdur sancılalı dahi çig yatur 
kebâb   (s. 38) Bir murabba‘ somun hakkında bir 
murabba‘ odun hakkında diyüp rikâb-ı sultânîye virüp câyize almışdur. İçinde bu 
hâneler hûb vâki‘ olmışdur: Çok zamandır ikimüz bir sofrada konuşmaduk Cenge girüp biribirimüzle el sunuşmaduk Sofra sahrâsında esb-i ekle binüp koşmaduk Karvaşalım gel beri meydâna aslanum 
somun Kapana giden kapar geldükde unun dengini Furuna girsekdi görürdün cihânun cengini Halka diriz beng ile dîvâneler pelhengini Ey yürekler yâresi her yerde yârânum 
somun Furuna düşen ider habbâze dilince sadâ Eyne hubz etmek kanı nânı gücâ kamu ehlâ Akçe ile eyle yüz göstermezin dirsen bana Nakd-i cânum al ala gözlü güzel hânum 
somun Ocağa mı yandı götürüldi dünyâdan odun Kar yerine yağan olsayıdı n’olayıdı un Haftasıdur etmeğün yüzini görmedüm bu gün Kandasın sen ey ekâbir lokması cânum 
somun Odun murabba‘ından bu hâne 
hûbdur: Sözüme gûş ur işit ey husrev-i ‘âlî-cenâb Oldı bu kahtile ‘âlem halkının hâli harâb Odı görmez yirde göz gökdeyse doğmaz âfitâb Kapuyı yakdum odun oldı açık kaldı bu 
bâb Haftasıdur sancılalı dahi çig yatur kebâb  Ey Garâmî himmet eylerse o şâh-ı kâm-yâb  Tanrı Dağı’nun gelür odunı bî-‘add ü bî-hısâb Şimdi halkun derdi bu vallâhu a‘lem 
bi’s-savâb Âşık Çelebi, 
Tezkire, G. Meredith Owens, London 1971, s.38-39; v.288b-289b 
 
 
 Divan 
şiirinin tenkidi, tanıtılması, onunla ilgili akademik, aktüel ve popüler 
yazılara onlarca örnek vermek mümkünse de belli başlı bazı kaynakları saymakla 
yetineceğiz. Gölpınarlı, Abdülbaki, Divan Edebiyatı Beyanındadır, İstanbul 
1945.;  Gökyay, Orhan Şaik, "Divan Edebiyatı Kimin ?", Türk Dili Dergisi, 
nr.424, s.224-236, Ankara 1987.; Bilgegil, Kaya, Harabât Karşısında Nâmık Kemâl 
(Nâmık Kemâl’in Eski Edebiyata İtirazları) İstanbul 1972.;  Çavuşoğlu, Mehmet, 
Divanlar Arasında, Ankara 1981.;, Türk Dili Dergisi, Divan Şiiri Özel Sayısı, 
nr.415-417, Ankara 1986.; Dilçin, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, 2.bs., 
Ankara 1992.; Kortantamer, Tunca, Eski Türk Edebiyatı-Makaleler-, Ankara 1993; 
Yöntem, Ali Canip, Eski Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Haz. Sevgi, Ahmet, 
Özcan, Mustafa, İstanbul 1996.; Kahraman, Mehmet, Divan Edebiyatı Üzerine 
Tartışmalar, İstanbul 1996. ; Çelebioğlu, Amil, Eski Türk Edebiyatı 
Araştırmaları, İstanbul 1998;  Kurnaz, Cemâl, Türküden Gazele (Halk ve Divan 
Şiirinin Müşterekleri Üzerine Bir Deneme, Ankara 1997.; İsen, Mustafa, Ötelerden 
Bir Ses Divan Edebiyatı ve Balkanlarda Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Ankara 
1997; Şentürk, A. Atilla, "Klasik Osmanlı Edebiyatı Işığında Eski Âdetler ve 
Günlük Hayattan Sahneler", TDl, nr.495  s.174-188, 1993, aynı yazar Osmanlı 
Şiiri Antolojisi, İstanbul 1999. ; Aslan, Mehmet, Osmanlı Edebiyat-Tarih-Kültür 
Makaleleri, İstanbul 2000. Mengi, Mine, Divan Şiiri Yazıları, Ankara 2000; 
Kaplan, Mahmut, Divan Şiirinin Kıyısında, Ankara 2003. İskander Pala’nın 
bilimsel çalışmalarının yanında popüler ve aktüel bir çok kitap ve makalesi de 
bu meyanda zikredilmelidir. Özellikle son yıllarda yayınlanan “TÜRKLER” (Yeni 
Türkiye yayınları Ankara 2002) C.11’de konumuzla ilgili bir çok makale 
yayınlanmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Sefercioğlu, Mustafa Nejat, “Dîvan 
Şiiriin Hayatla Bağlantısı”, s.664-681.; Doğan, Muhammet Nur, “Divan Şiirinin 
Millî Karakteri”, s.682-689.; Erdoğan, Kenan, “Edebî Eserlerden Tarih Belgesi 
Olarak Yararlanma: Divanlardaki Tarih Manzūmeleri”, s.708-717.; 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 Âşık 
Çelebi, Tezkire, G. Meredith Owens, v.288b, London 1971,: Hasan Çelebi , 
Tezkiretü’ş-Şuarâ, Haz. Kutluk,İbrahim, C.2, s.718, Ankara.1989.; Beyânî, 
Tezkiretü‘ş- Şu‘arâ, Haz. Kutluk, İbrahim, s.193, Ankara 1997. Müstakimzâde 
Süleyman Saadettin, Mecelletü’n-Nisâb, Süleymaniye Ktp. Hâlet Ef. Nu. 628., 
v.329;; Şemseddin Sâmî, Kâmûsu’l-A’lâm, C.5, s.3259, Ankara 1996; Nâil Tuman, 
Tuhfe-i Nâilî, C.II, s.726.; H. İpekten, M. İsen, R. Toparlı, N. Okçu, T. 
Karabey, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Ankara 
1988.,s.157. 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 Yorumlarİçerik yoruma kapalıdır. 
 
 
 | 
 |