|
Edebiyatını yitirmiş Edebiyat / Prof. Dr. Ahmet İnam
Edebiyâtın çağdaş dünyadaki,
ülkemizdeki genel durumunun değerlendirmesi, içinde büyük zorluklar taşıyan bir
çaba. Edebiyât, içinde şiirden günlüğe dek zengin bir çeşitlilik içeren, yoğun
bir geçmiş mirasıyla yüklü bir kavram. Ortaya çıktığı dilin, kültürün olanca
derinliğini, gizemini barındırıyor bağrında. Üstelik, kültürün, sanat, bilim,
düşünce gibi alanlarıyla yoğun ilgisi, ekonomik, toplumsal, siyasal, ahlâk
yaşamıyla olan karmaşık bağları, edebiyâtın değerlendirilmesinde göz önüne
alınması gerekli noktaların çokluğunu gösterdiği, bu çokluğun ve karmaşıklığın
sağlıklı değerlendirme çabalarında zorlukları yarattığı açık. Bu çalışma,
edebiyât ürünlerinin nasıl olması gerektiği üstünde değil de, edebiyâtın
değerlendirilmesi, edebiyâtın yaşanması ile ilgili çağımız insanının içine
düştüğü durumun ele alınması üstünde duruyor. Edebiyâtı yaşayışımızdaki sorun
nedir? Temel sorum bu. Edebiyâtın yaşanması, yaşantılanması (tecrübe edilmesi,
anlaşılması, yorumlanması...), edebiyâtın yaşamımızdaki yeriyle ilgili
sıkıntılarımızın olduğunu düşünüyorum. Belki de bu sıkıntı, yaşayışımızın
kendisinden gelen bir sıkıntıdır. Çağdaş kültürün sıkıştığı dar alanlar,
yaşadığı sorunlar yalnızca edebiyâttan ibâret değil ki! Bilimde, sanatın değişik
dallarında, felsefede sıkıntılar yok mu? Her çağda yok muydu? Çağımızda,
özellikle ülkemizde, edebiyât sıkıntısının, edebiyâta özgü sorunların kaynağı
nedir? Sorun bu gezegendeki yaşananın anlamlandırılması sorunudur. Edebiyâtta,
edebiyâtla, görülen insanın anlamı sorunudur. Yeni bir yüzyılın başında
yaşamakta olduğumuz yaşamın, edebiyât yorumlarından görülen derin anlam
dertleridir. Yaşadığımız hayatın anlamından gelen, kültürün diğer alanlarında
farklı biçimlerinde kendini ortaya çıkaran dert, edebiyâtın yorum alanında
kendini nasıl gösteriyor? Anlam sorunu bu yazının doğrudan konusu değilse de,
insanın yaşamına anlam vermekte hep zorlukları olan bir varlık olduğunu
söylemeliyim yalnızca; çağımın edebiyâtıyla ilgili nicedir duyduğum sıkıntının
köklerinde yaşayışımızdaki anlam yoksulluğu duruyor. EDEBİYÂTIN
EDEBİYÂTLIĞI Nedir edebiyât? Nasıl oluştu? Kültürün neresinde duruyordu?
Farklı kültürlerde, tarih boyunca aynı kültürde, edebiyâtın yeri ne olmuştur? Bu
soruların yanıtları için yazılmış yazıların, kitapların anlamı nedir, peki? Ne
söyler edebiyât bana? Hayatımda yeri nedir? Ne olmalı? Sıradan bir edebiyât
okuru olarak ne verir edebiyât bana? Edebiyâtla ilişkim nedir? Ne bulurum
edebiyâtta? Neden okurum? Neden yazarım? Benimle ilişkisi bir yana, nedir
içinden çıktığı kültürle, toplumla, ekonomik düzenle, siyasal yapıyla ilgisi
edebiyâtın? Nedir sebeb-i hikmeti edebiyâtın? Ne arar hayatımızda? Olmasa nasıl
olurdu hayatımız? İnsan, edebiyât yapan hayvan mıdır? Dili nasıl kullanırsak
edebiyât olur? Dil, edebiyâta nasıl olanak sağlar? İnsan ruhuyla ne ilgisi var,
dilin ve edebiyâtın? Edebiyât sıkıntısı, üstüme böyle sorularla geliyor. “Nedir
şu edebiyât denilen ?” diyorum kendi kendime. Yıllardır içinde yaşadığım,
ürünler verdiğim, vermekte olduğum alana bunca yabancılaşmamın ardında ne var?
Sanki edebiyât üstüne ilk kez düşünüyormuşum gibi geliyor bana. Başımı
ağrıttığını, canımı sıktığını görüyorum. Söz. Edebiyât bu mu? Logos’un dille
estetik alanında kendini göstermesi? Sözlerden ibaret değil edebiyât. Sözle
görünüyor, sözle gösteriyor kendini. Alışılagelen çağrışımlardan ürktüğüm için
Logos ve Kelâmla anlamaya çalışıyorum edebiyâtı. (Elbette böyle de
anlaşılabilir. Ben o yolu seçmiyorum!) Nasıl ortaya çıktığı, içinde yer aldığı
kültürlerde nasıl bir işlevi olduğu sorusundan yola çıkarak arıyorum
yanıtı. Edebiyât, insanın kendindeki sonsuzluğu aramasının gerçekleştirmeye
çabalamasının yollarından biri. Edebiyât, deyim yerindeyse bir ebedîliğin
yolculuğu, bir ebedîyât. Sonsuzluğun ardındaki insan, bunu dinle, sanatla,
bilimle, felsefeyle, düşüncenin kıvılcımları ardından koşmaya, yürümeye
çalışarak başarmayı umuyor. Ebedîyât tarihi, edebiyât tarihinden daha eski
insanın. Ebedîliğini arıyor, bilinç taşıyalı, dil kullanalı, kavramlarla
düşüneli beri. Geceleri gökyüzüne attığı çığlıklarla, mağara duvarlarına
işlediği resimlerle sonsuzluğu aradı. İnsan sonlu, bitimli, fâni bir varlık.
Sonlu-sonsuz bir varlık. Sonluluğunun içinde aradığı sonsuzlukla. Konuştuğu
dilin sağladığı olanaklarla da bu sonsuzluğa tutunmaya, bu sonsuz seyire,
yolculuğa çıkmaya çabalıyor. Ebediyâtını, edebiyâtla gerçekleştirmeye uğraşıyor.
Öyleyse, edebiyâtın edebiyâtlığında, iki olmazsa olmaz temel öğe var. 1.
Sonsuzluk 2. Dil. Nasıl bir dil? Sonsuzluğu taşıyabilen, taşımaya hazırlanmış
bir dil. Sonsuzluğu taşımaya hazır bir dil. Sonsuzluğu taşımaya hazır dille
meydana getirilmiş ürünlerden oluşmuyor yalnızca edebiyât. Edebiyât bir
etkinlik. Sonsuzluk açısından dile bir yönelme, bir tavır alma, bir duruşla
gerçekleşiyor. Buna edeb diyoruz! Edebiyât, öyleyse, ebediyâtı, dili ve edebi
içine alıyor en azından. Edeb, kültürümüzde çok derin anlamları olan bir
sözcük. Tahirül Mevlevî (Edebiyât Lûgatı,yayına hazırlayan Kemal Edib
Kürkçüoğlu,Enderun Kitapevi, 1973, s. 39), Divânû lûgât-i- Türk’te edeb
karşılığının “erdem olarak” verildiğini söylüyor *; “öd”le ilgili olduğunu da
biraz tereddütle belirtiyor. Edeb, ona göre, hem terbiye hem edebiyât demektir.
Edebin kültürümüzdeki özellikle tasavvufi anlamlarına girmeden, edebiyâttaki
edebin sonsuzluk karşısında dille takındığımız bir tavır olduğunu
söyleyebilirim. Sonsuzluğa dilimizle gönderdiğimiz bir selâmdır, bir saygıdır,
bir yönelmedir, edeb. Edebin geleneksel yorumlarına ters düşmeyecek yeni
yorumlara açık olduğunu düşünüyorum. Edeb, dünyayı, evreni edebiyâtlama
tavrıdır. Sonsuzun ardında, dilden geçirerek, dilden süzerek. Sonsuz olan insan,
sonsuz olan evren, sonsuz olan insanın inançları, düşünceleri, düşleri, dili,
umutları, beklentileri, yorumlarıdır... Hayatımızı çepeçevre kuşatan (Jaspers!)
sonsuza uğramamış, ufku içinde sonsuzu göremeyen, sonsuza çıkamayan, onunla
yüzleşemeyen, hesaplaşamayan, onunla korkup titremeyen, ondan bunalmayan, ondan
dolayı acı çekmeyen ya da yaşama sevinci duymayan edebiyâtın edebinden kuşku
duyuyorum. Sonsuz, çok küçük esnelerde, örneğin bir bardak suda, bir kelebeğin
kanadında, bir ağacın kırık dalında, sevgilimizin titreyen sesinde
görülebileceği gibi, gözlerini üzerimde hissettiğim insan yüzünün (Levinas!)
derinliğinde de vardır. Sonsuzu dilde, dilden yansıyan dünyadan, insandan
yaşantılığımda çıkar önüme edebiyât olarak edebiyât. Orada sıradanlığın içinde
kendimi, kendimdeki insanı, insandaki sonsuzu görürüm. Sonsuzun önünde durmayı
bilebildiğim, sonsuzun edebine sahip olduğum için edebiyâtla görünürüm. Sonsuz
benim kalemimde gösterir kendini, sonsuz kalemimde tecelli eder. Kalemimin
edebi, dilimin edebiyle sonsuza yönelir. Yaşadıklarımı edebiyâtlama çabam
başlamıştır. Edebiyâtın olmazsa olmaz bir diğer öğesini anmadım şimdiye dek:
Güzel. Edebiyât, sonsuzluğun yaşandığı bir alan olarak güzele, edeble, dili
kullanarak yürüme yoludur. Güzel, güzel olan, bir duygu değildir yalnızca;
güzel, sonsuzun kendini gösterdiği bir alandır, bir boyutudur yaşayışımızın. Bir
benzetmeyle anlatırsa, bir ülkedir sanki güzel, öyle bir ülke ki, oradan
bakıldığında, yaşadığımız dünyanın içindeyken göremediğimiz boyutları,
incelikleri, yüzleri ortaya çıkar. Bizdeki “estetik” sözcüğünün kökeni olan Eski
Yunanca’daki Aisthesis sözcüğünden yola çıkarak Aisthesia ya da Türkçe
okunuşuyla Ayistesya diyorum, güzel ülkesine. (“Güzellik” sözünü kullanmaktan
kaçınıyorum. Sıfat olan güzeli bir ad olarak kullanıyorum. Platoncu çağrışımları
önlemek için belki. – Boşuna bir çaba mı dersiniz?- ). Güzelden görülen:
Edebiyâttan görülen. Güzelden görülen insan, güzelden görülen çirkin, iğrenç.
Güzelde yaşar edebiyât sonsuzluğu. Bu güzelde varlığın görülebilen tüm yüzleri
vardır: Elbette çirkin de. Bu çirkin, güzelde görülen çirkindir. Örneğin,
güzelde görülen insan iki yüzlülüğü, yalancılığı, sahteciliği,
sığlığı... Edebiyâtımızda ebediyât olmalı ki güzel olsun. Sonsuzla çıkar
güzel. Güzele varmak, yoğrulmuş, işlenmiş, dokunmuş, dilin uçan halısında edeble
oturmayı bilerek başarılabilir. Peki soralım, hayatımızdaki edebiyâtta sonsuz
var mı? Güzel? Edeb? Edeble, güzel tezgâhında dokunmuş dil var mı
edebiyâtımızda? Hangi edebiyâtta var? Sorular böyle sorulunca edebiyât sıkıntısı
başlıyor. İyi ki başlıyor. Edebiyât sıkıntısı edebiyâtın edebiyâtlığını
sorgulamaya götürüyor bizi. Sonra da “nasıl yaşanır edebiyât? diyorum. Sahi,
“nasıl yaşanır edebiyât?” EDEBİYÂTIN KENDİLİĞİNDENLİĞİ Bu sonsuzdaki
güzele, güzeldeki sonsuza dilin patikalarından, edeble yürüdüğümüz edebiyât
nasıl yaşanır? Nasıl yaşantılanır edebiyât? Onunla güzelin ülkesinden
ayistesya’dan dünyaya, hayata baktığımız edebiyât, nasıl yaşantılanır? Nasıl
yaklaşılır ona? Neyle yaklaşılır? (Hem okur hem de yazar açısından soruyorum hem
de yorumcu açısından!). Edebiyâtın kendiliğindenliği çoğunlukla yanlış
anlaşılan bir kavramdır. Edebiyâtın kendi başına, bağımsız bir varlığı var mıdır
yoksa bir araç mıdır o? Örneğin sahip olduğum inanç sistemimi (dinimi,
ideolojimi, dünya görüşümü...) desteklemek için kullandığım bir duygusal
etkileme aracı mıdır? Kendi duygularımı anlattığım bir ifade aracı
mı? Edebiyât dünyayı, hayatı, onlar karşısındaki duygu ve düşüncelerimi dile
getirdiğim bir tasarımlar düzeni midir? Gerçekliğin bir tür resmi midir? Bu
sorulara yanıtım “hayır”dır. Edebiyât kavramındaki belirsizliği açmalı biraz:
Edebiyât, en azından üç ayrı öğeyi kapsıyor : Ürünü,yâni edebiyât yapıtını;
yapıtın ortaya çıkışını,yâni yazar etkinliğini; okurun ürünü okuyup
değerlendirmesini. Ürün, yazma ve okuma. (Edebiyât sosyolojisi açısından ilginç
olabilecek, yayınlama, dağıtım, satış gibi süreçleri şimdilik göz önüne
almıyorum!). Edebiyât, temelde, bu üç temel yapıtaşıyla, insanın yaşamına anlam
verdiği, anlam aradığı bir etkinliktir. İnsanın, dünyanın, evrenin ortaya
çıktığı bir görünme alanı, kültürümüzün geleneksel deyimiyle bir
tecelligâhtır. Edebiyâtı anlatma biçiminden mistik “saplantılar” içinde
olduğumu düşünenler olabilir. Anlattıklarımda “karanlık”, salt benim kendi
öznelliğimle yaşantılayabileceğim özellikler yok. Edebiyâtta görünen, görülen
varlıktan, insandan söz ediyorum yalnızca. Edebiyât kendini edebiyâtlayarak
ortaya koyar. Bu sözlerimde Heidegger etkisini görenler yanılıyorlar.
Edebiyâtlama, temelinde bir şiirleme çabasıdır. Edebiyâtın çekirdeği şiirdir
çünkü. Edebiyât şiirden doğmuştur. Şiirleme eyleminden. Şiirleme, şiirleyen
aklımızın bir başarısıdır. İnsan, aklıyla yalnızca sorunlarını çözmez, teknoloji
ve bilim yapmaz, aklın şiirleyen bir özelliği vardır. Şiirleme, aklın sınır
ötesi bir atılımdır. Burada kuram (teori) yapan, kontrol eden bir akıl değil de,
bilinmeze anlam veren, sonluluktan sonsuza açılan kapıdan çıkıp, yorum yapan,
kendini dile getiren aklın işleyişini görüyoruz. Şiirleme, gerçeklikle bir
karşılaşma biçimidir. Aklı, bilimsel olarak açıklama, anlama, denetleme
çabasının dışında kalan bir eyleminde görüyoruz: Akıl, türkü söylüyor gerçeklik
karşısında. Şiirleme eyleminde olağan ortam ve çevrenin ötesine taşma, öteye
aşma çabası var. İnsan geceleri mağarasında yıldızlara bakarken, artık
çevresinden bir korku, bir beklenti içinde değil, şiirleme çabasında.
Yıldızlarla karşılaşmaya hazır, onlara sığınma amacıyla, yazgısını denetleme
kaygısıyla gerçekleşmiyor şiirleme, içindeki sözler öyle yorumlansa da.
Şiirleme, dönüşen anlamları içinde (Bu konuda şu yazıma bakılabilir:”Şiirden
Doğan Şiirle Taşınan Bir Etkinlik Olarak Bilim”,Cogito,Sayı 31,2002,s.312-312).
yaşamsal tutunmaların dışında, yaşamda kalma çabalarından geldiği halde, bu
çabalardan fazla olan bir eylem. Gerçeklikle, içimizdeki ve düşüncelerimizdeki
varlıkla farklı bir ilişkiye girme biçimi: Varlığa öteleyici anlamlar yükleme
çabası. Bilimsel, kuramsal, metafizik, teknolojik yaklaşımlardan farkı ne? Logos
temelli, denetleme, ele geçirme, sorun çözme amacı taşıyan bir akıl eylemi
değil! Daha özgür. İçinde edebiyâtın edebiyâtlığını sağlayan, sonsuzu, güzeli,
edebi taşıyor. Şiirleme mutlaka dille yapılmıyor: Müzik, heykel, seramik, resim,
mimarlık ürünleri de şiirlemeyle oluşuyorlar. Ne var ki, edebiyâtta “şiir”
olarak ortaya çıkan, aslında edebiyâttan ve edebiyâttaki şiirden önce gelen,
bütün sanatların kaynağı olan şiirleme, denetleyen aklımızca çok kolay taklit
edilebilen, sömürülen, yönlendirilmeye açık özelliklere sahip. Bu açığı, para,
unvan, makam karşılığı şiirleme taklidi yapan, bundan çıkar sağlayan insanlar,
tarih boyunca bol bol sömürmüşler, hâlâ sömürüyorlar! İnsan aklının şiirleyen
boyutunun yanında, teori yapan denetleyen, anlayan, erotik, bağlanan, eleştiren
boyutları da var. (Bu konunun kısa bir açıklaması için Gönülden Bilime
Yolculuklar Kitabı adlı kitabıma bakabilirsiniz, Hece Yayınları, 2002, Ankara).
Edebiyâtın devingenliğinde aklımızın anlayan, erotik, bağlanan, eleştiren
boyutları da yerlerini alırlar. Anlayan aklımız, varlığın anlamına nüfuz etmeyi;
erotik aklımız, edebi yaratmalarda ve yorumlardaki aşkı, coşkuyu; bağlanan
aklımız inançlarımızı, güvenimizi; eleştiren aklımızsa dünyayı yeniden
yorumlamaya, dönüştürmeye, değiştirmeye götürecek eleştiri tohumlarının
canlanmasını sağlar. Edebiyât, varlığını aklımızın en azından bu beş yanıyla
ortaya koyar. Edebiyât karşısında, onu oluşturan şiirleme gücümüz karşısında
nasıl bir duruş içinde olmalıyız? Okur olarak bir edebi metin önünde, yazar
olarak yazacaklarınıza, yazdıklarınıza karşı tutumumuz nasıl olmalıdır?
Aklımızın, özellikle denetleyen boyutu, şiirleyen yanına her zaman müdahalede
bulunabilir. Şiirlemenin, ondan kaynaklanan edebiyâtlamanın kendiliğindenliği
belki şu örnekle açıklanabilir: Saz çalan, acemi ya da yeteneksizse, ya da salt
denetleyen aklıyla çalıyorsa, sazıyla arasında hep uzaklık kalır. Ustaysa çalan,
çok çalışmış şiirleme gücüne erişmişse, artık sazı denetleme kaygısı, notaların
tek tek ayırdına vararak, tüm dikkatini saza ve parmaklarına yöneltme telâşı
ortadan kalkmıştır; artık o sazı değil, saz onu çalmaktadır. Şair, şiire doğru
yürür, bu şiire ulaşabileceği anlamına gelmez, edebiyât yolcusu edebiyâta doğru
yürür, edebiyâta doğru gider. Ama şiir şaire, edebiyât, edebiyât yolcusuna doğru
gelmiyorsa, ulaşma, vuslât gerçekleşmez. Edebiyâta gitmekle ulaşılamaz, bir yere
kadar yürüyebilirsiniz, yürümelisiniz de, orası sizin emeğinizle, donanımınız,
bilginiz, yeteneğinizle vardığınız noktadır, orası edebiyât değildir, orası
edebiyâtın size sunduğu yer değildir; o da size gelmelidir. Size gelmesine izin
vermeniz, kendinizi edebiyâta bırakmanız, edebiyâta teslim etmeniz gerek. Sorun
basit bir “esin (ilham) mı, çalışma mı” sorunu değil. Edebiyât, denetimle,
denetleyen aklımızla, kurnazlıkla, belli kalıplar ve tekniklerle ulaşılabilecek
bir özellik taşımıyor. Edeb, edebiyâtın size gelmesini bekleme, kendinizi
edebiyâta (şairsiniz şiire, öykücüyseniz öyküye, denemeci iseniz denemeye)
bırakabilme demektir. İşte çağımızda edebiyâtın edebi yatık (eskimiş, yıpranmış,
kokuşmuş ve doğru değil de eğri anlamlarında!) olmasının ardında, edebiyâtı
kullanma tavrı yatıyor. Edebi yatmış, edebi doğru olmayan, yatık, eğri olan
edebiyât. Edebiyâtın edebiyâtlamasına izin verilmeyen bir dünya. Denemenin
denemesine, romanın romanlamasına, güncenin güncelemesine, şiirin
şiirlemesine.... (Belki edebiyât eleştirisi, bir yapılış tarzıyla, edebiyâtın
dışında sayılabilir. O, kuramsal, denetleyen, teknik bilgiler kullanan,
uygulayan akılla gerçekleşebilir...) Edebiyâtın kendini gerçekleştirmesine izin
verilmeyen bir dünya. EDEBİYÂTIN YAŞAM TANIKLIĞI Edebiyâtın tanıklığına
izin veriyor muyuz? Neden vermeyelim ki! Edebiyât içinden çıktığı kültürün ve
çağın tanığı değil mi? Belki kimi edebiyât ürünleri öyledir, onlarda çağın,
kültürün karakterleri çok belirgindir; kimilerinin tanıklığını anlamak, daha
çaba gerektiren yorumlarla ortaya çıkarılabilir. Evet, edebiyât çağın, kültürün,
o çağ ve kültürdeki insanın, o insandaki evrensel insanın tanığıdır elbette. Bu,
edebiyâtın tanıklığına ilişkin bir yorum. Edebiyât tanıktır, önemli bir tanık.
Örneğin Homeros’la tanımıyor muyuz Eski Yunan’daki yaşamı ? Orada görünen
Ayistesya’yı! Güzeli. Birçok, tarihsel, sosyolojik, psikolojik incelemelerde
yakalanamayacak insan zenginliğini, derinliğini edebiyât yapıtlarında bulmuyor
muyuz? Hangi edebiyâtın tanıklığı anlamlı? Edebiyâta, örneğin tarih,
sosyoloji, psikoloji, psikiyatri, ekonomi, antropoloji, felsefe bilgilerini
sokuşturmaya çalışan, edebiyâta doğru yürümüş de onun kendine doğru gelmesine
izin vermemiş insanların, edebiyâta “dışarıdan” güç uygulayanların,
sıkıştıranların, mıncıklayanların zorlama edebiyâtının tanıklığı, edebiyâtın
tanıklığı olamaz ki! Edebiyâtın edebiyâtlayamadığı bir yerde edebiyâtın
tanıklığı mı olur? Edebiyâtımsı ürünlerin, edebiyâtçımsı tanığının, tanıklığı
edebiyâtın değil de, başka birşeyin, birşeylerin tanıklığı olur, olsa
olsa. Nasıl tanık olur edebiyât yaşama? Yaşamı resmederek değil elbette.
Söylemiştim: Edebiyât yaşamın resmi değil, onun parçasıdır. Yaşamı kendi
edebiyle yöneldiği sonsuzluk olanağı ile tanır, ortaya koyar edebiyât.
Edebiyâtın edebiyâtlaması, onu yaşayan insana, kendisiyle, yazarla, edebiyât
metniyle ortaya çıkan yaşamı anlatmasıdır. Edebiyât ürünü, zorlama olmayan
edebiyât ürünü, ne yazarının ne okurunun ne yayıncısının ne de içinde bulunduğu
toplumsal-ekonomik-siyasal koşulların tümüyle denetimi altındadır. Edebiyâtın
kendisi, yaşamın kendisi gibidir; kimse denetimi altına alamaz onu, taşıdığı
sonsuzluk tüm sınırları, engelleri, belirlemeleri, kuramları aşar. (Elbette bu
söylediklerimi de!).Edebiyâtın tanıklığı, yaşananın kendi kendine tanıklığıdır:
Yaşamın yaşama tanıklığı. Yaşamın kendi kendini anlatması, kendini dile
getirmesidir. Yazar ve okur sadece tanıktırlar. Edebiyâtın edebiyâtlamasının
tanıkları! EDEBİYÂT VE PAZAR Edebiyât metâ olunca, ona sanki kendisi
olmayan, kendisi olarak ortaya çıkmasını engelleyen bir deli gömleği giydirilmiş
oluyor. Sözlerimin aşırılığının farkındayım, ama haddimi bilmeye çalışıyorum:
“Pazarı olmayınca yapıt, okura nasıl ulaşacak?” diyeceksiniz. “Yazarla okur
arasında kapitalist düzenin kurduğu köprü olmaksızın, senin edebiyât dediğin
nasıl edebiyâtlayacak?” diyeceksiniz. Haklısınız. Yazar, yapıtı ve okuru. Okur,
yapıtı ve yazarı, Edebiyât nerede nasıl edebiyâtlayacak? Yazar, yapıt ve okur,
edebiyâtın onlarla, onlarda kendini var ettiği edebiyât damarları, aralarındaki
iletişimi pazarsız kurabilir mi? Yapıt yazarsız, yazar okursuz olmayacağına
göre. (Elbette bu nokta da tartışılmıştır, tartışılmaktadır, edebiyât metni de
kendi başına, okursuz ve yazarsız kendini var edebilir mi? Deyim yerindeyse,
“metin metinler mi?”, “yapıt yapıtlar mı?” Onları yaşayacak, yaşatacak insanlar
olmaksızın?). İnsansız edebiyât olmayacağına göre, insanla, insanda edebiyâtın
ortaya çıkması, bu toplumsal, siyasal, ekonomik düzenin sınırları içinde pazarla
gerçekleşeceğine göre, bu düzende edebiyât pazarsız
edebiyâtlayamayacak. Keşke pazarda edebiyât edebiyâtlayabilse! Pazar,
edebiyâtı denetim altına alıyor. Pazar, edebiyâtın pazarı değil. Edebiyât,
pazarın edebiyâtı! Edebiyât kullanılıyor burada; bir marka olarak. Burada edeb,
edebin yöneldiği sonsuzluk yok. Burada edebiyâtçılık oynanıyor. Pazar,
edebiyâtın pazarı olduğunda, olabildiğinde edebin pazar içinde bile olsa sonsuzu
bulabileceğini düşünüyorum. Pazar köprü olacaktır yalnızca. Oysa pazar edebiyâta
değil, edebiyâtı kullanarak kendine çalışmaktadır. Edebiyâtın kendini
gerçekleştirmesine neden izin verilmiyor? Pazarla edebiyât neden çatışma
halindeler? Pazar neden edebiyâta karşı olsun ki? Pazarda edebiyâta düşman olan
ne var? Pazarın edebiyâtı kullanmasının ardında, edebiyât düşmanlığı yok.
Edebiyât pazarının, pazarın edebiyâtı haline gelmesinde pazarı kuşatan toplumsal
yapı, bu yapı içinde yaşanan değerlerin etkisi var. EDEBİYÂT VE
TOPLUM Toplum, kendi kültürünü geliştirirken, doğanın karşısına çıkardığı
yaşama zorluklarını, yönetim sorunlarını çözmeye, diğer toplumlarla ilişkilerini
düzenlemeye çalışırken, edebiyâtı da bu sorunlarla başedebilmek için bir “araç”
olarak kullanmalı mı? Nedir yeri edebiyâtın toplumların yaşamında ?. Kendilerini
ifade etme aracı mıdır yalnızca? Belki genel bir soru içinde sormalıyız
edebiyâtın toplum içindeki yerini: Sanatın yeri ne olmalıdır, toplumun
yaşamında? Genel olarak sanat, özel olarak edebiyât neye yaramalıdır toplumda?
Nasıl yaramalıdır? Sanatı ve toplumu neden ayrı ayrı düşünürüz? Sanat ve onun
içinde var olduğu toplum aynı yaşamın içinde. Sanat o toplumla, o toplumda
yaşıyor. Peki neden, bunları böyle ayrı ayrı düşünme eğilimine sahibiz? Toplumun
yaşamı, sanatın yaşamından neden ayrı sayılıyor? Sanatı yaşamın içinde
düşünmüyoruz; ne sanatın bir yaşam olduğu ne de yaşamın sanat olduğu aklımıza
geliyor. Edebiyâtın da kendine özgü bir yapısı, varlığı olduğu düşünülemiyor.
Tartışma, “sanat sanat için midir toplum için mi?” düzleminde sürüyor. Sanat
toplumda, toplumda sanattadır. Sanat sanatlığını gerçekleştirir, sanat sanat
olur; bu yazıdaki Heideggergil deyimle, sanat sanatlarsa toplumun yaşamında yer
alır, toplumu anlatır, ortaya koyar, toplum da sanatı içinde taşır; sanatla
toplum kendini anlatır. Sanata, dolayısıyla edebiyâta görev yüklemek, onu
yönlendirmeye kalkmak, toplumu tümüyle öğretimiz, inanç düzenimiz çizgisinde
yönetebileceğimiz sanısıyla gerçekleşiyor. Burada edebiyâtın kendisine
saygısızlık söz konusu. Edebiyâtın kendini gerçekleştirmesine izin verilmiyor.
Edebiyâtın kendi varlığı, kendine özgü bir ontik yapısı olacağı göz önüne
alınmıyor. Toplumsal ilişkiler açısından, bireylerdeki boşluk bunun bir
nedeni olabilir. Yaşadığımız çağda, dikkat çekici bir benlik boşluğu yaşanıyor.
Bundan dolayı bireyler, bireyleyemiyor; kendilerini gerçekleştiremiyorlar.
İçlerindeki boşluk, onları sürekli dışa yönelmeye dışı denetlemeye itiyor. Aklı,
bu denetim araçlarından biri olarak kullanmak istiyor. Akla uygun karar alma
süreçleriyle, bilimin ve teknolojinin yardımıyla bu boşluğunu doldurmak,
boşluğun yarattığı eksikliği denetleyerek yok etmek istiyor. Toplumdaki
benlikler, içlerindeki boşluktan dolayı, kendi dışındaki varlıkların, diğer
benliklerin okşamalarını beklemeyi, bu okşamaların oluşumlarına izin vermeyi
başaramıyorlar. Çağımız toplumlarında, bireyler içlerindeki boşluğu, “dışlarında
ne bulurlarsa onunla”, alışkanlıklarla, modalarla, toplumsal sürüklenmelerin
esrikliğine kapılıp “pılı pırtı”yla, tüketim malzemelerinin hurdalığıyla
kapamaya çalışıyor. Benliği benliklenemiyor! Benliği ortaya çalışıyor. Sürekli
“dıştan desteğe”, “dıştan dolduruşa” gerek duyuyor. Benlikler, ilişkilerde
kendilerini gerçekleştiremedikleri için birbirlerine ve kendi kendilerine kuvvet
uygulayarak kendilerini ve birbirlerini şekillendirmek istiyorlar. Oysa boşluğun
dolması için benlik olarak içten doğan bir güçle kendi kendini ortaya koyması,
benliğin benliklemesi gerekiyor. Birbirimizin gerçekleşmesine izin veren, saygı
duyan bir toplumsal ilişkiler ağı içinde olmamız, bundan dolayı, bu gereklilik
yerine getirilmediği için, sağlanamıyor. Benlik boşluğu acımasız savaşların,
sömürünün, zulmün, birarada yaşama zorluklarının kaynağı olmaya devam
ediyor. Benlik boşluğunun ayırdına varma, bir başka doluluktur. Boşluğun
acısını duyma, boşluğun boşluk olarak ortaya çıkmasına çabalama boşluğun
boşluklamasını yaşama. (Heidegger’in “hiç hiçliyor” sözünü anlamsızlık örneği
sayanların boşluklarını boşluklamadığını düşünüyorum!). İşte burada edebiyâtın,
genel anlamda sanatın kendini gösterebileceği, açabileceği bir toprak, bir bahçe
var demektir. Benliklerindeki boşluğu sürekli dış denetimlerle kapamaya
çalışanların çoğunlukta olduğu bir toplumda, ne kendilerinin ne öteki insanların
“kendi olmasına” izin verilmediği için, edebiyât kolay kolay edebiyâtlayamıyor.
Pazar, boşluk kapatmak amacıyla pılı pırtı edebiyâtıyla dolduruyor tezgâhlarını.
Toplum, edebiyâtı, bireylerinin boşluklarını kapatacak araç gereç gibi
görebiliyor. Bireyler kendi içlerindeki boşlukları farkettiklerinde,
boşluklarını birbirleriyle paylaşmaya çabalayabilirler. Edebiyât, kendisi olmaya
çabalayan insanların oluşturduğu bir toplulukta, toplumda kendini
gerçekleştirebilecek ortamı bulur. Edebiyâtın edebiyâtlamasını ideolojilerle,
inanç sistemleriyle engellemek, edebiyâttan beslenerek kendi boşluklarını
doldurmaya çalışan insanlara büyük bir kötülük olur. Benlik boşluklarının
nedeni ne olabilir? Bu boşlukların sağlıksız doldurulmaya çabalanmasının ardında
tarihsel, kültürel, siyasal, ruhsal etmenler olabilir. Boşluğun, boşluklanarak
kapatılması, bilgeliğin, bilimin ortaya çıkmasına, boşlukla karşılaşmaya izin
veren bir tutumla boşluklamak: Buradan, edebiyâtın edebiyâtlamasıyla
kesiştiğinde, edebiyât toplum içindeki yerini alacak, bireylerle buluşması
gerçekleşecektir. Ancak, bireyin bireyleyebildiği bir toplum, toplumlayabilir ve
ancak orada edebiyât edebiyâtlığını gerçekleştirebilir. Boşluğunu görebilen,
kendi içindeki ve dışındaki, kendisindeki, kendisiyle öteki insanların
ilişkilerindeki, toplum düzeninde, siyasal-ekonomik düzendeki boşlukları
kavrayıp, bu içten başlayan, bu içten gerçekleşmeyi sağlayabilen bireylerin,
etkileştiği, konuştuğu, söyleştiği, tartıştığı, çatıştığı, ama kendilerini
oluşturmaya uğraştıkları bir toplumda açar edebiyât kendini. Edebiyât kendindeki
toplumu açar. Yazarının zorlamadığı, dünya görüşünü sıkıştıra sıkıştıra
giydirmediği bir edebiyât ürünü, açar, yazarına rağmen. Yazara da, okura da
farketmedikleri yüzlerini göstererek. Edebiyât okurun ve yazarın ona
verdiklerinden daima fazla olandır. O nedenle, ne yazar ne okur ne yayıncı ne
eleştirmen onu tümüyle ele geçirebilir. Ele geçirmeyi çalışanları da yazar
edebiyât. Burada edebiyâtı idealleştirip, tüm ilişkilerinden soyutladığımı
söyleyenlerin saldırısıyla karşılaşacağımı biliyorum. Tümüyle tersini yaptığımı,
edebiyâtı önemli bir yanıyla gördüğümü düşünüyorum. Bunu, varlığı kendinden
menkul “edebiyât” sözcüğünün boş bir edebiyâtıyla yaptığımı, “edebiyâtın
edebiyâtlaması” diye bir laf uydurup, yüzeysel bir Heidegger özentisiyle
saçmaladığımı söyleyebilirsiniz. Elbette. Ben de kendime çok söylüyorum bunu.
Bir yanım edebiyâtın edebiyâtlamasını anlayamayışımızın altında bu alışkanlıkla
yürüttüğümüz tutumumuzun bulunduğunu söylüyor. Edebiyât, bu kafadan, bu tutumdan
dolayı edebiyâtlayamıyor kendini. Bir metâ oluyor. Eşyâ oluyor. Sahte değerlerin
çıkmasına yataklık ediyor. EDEBİYÂTIN DEĞERSİZ DEĞERLERE VERDİĞİ
OMUZ Benlik boşluğu, zamanı yaşamada sorunlar yaratıyor. Boş benlik zamanı
durdurmak, ele geçirmek, akışını kesip, onu bütünlüğünden koparmak istiyor.
Farkındalığını yaşayamayan boş benlik, zamanı üç boyutuyla, geçmiş, şimdi,
gelecek birlikteliğiyle; ânı, geçmişle derin bağları içinde, gelecek
beklentisiyle yaşantılamıyor. Bir şeyin o şey olarak kendini göstermesi,
birşeyin, “birşeylemesi”, örneğin ağacın ağaçlaması, derenin derelemesi, kalemin
kalemlemesi ancak zaman içinde bir oluşumla ortaya çıkar. Değişmeyen, önceden
planlanmış bir “öz”ün kendini ortaya koyması değildir söz konusu olan. Örneğin,
Ayşe’nin Ayşe’lemesi, bir Ayşe özünün, tohumunun kendini gerçekleştirilmesiyle
sağlanmaz. Ayşe’nin Ayşe’lemesi, açık uçlu bir oluşumdur. Boşluğu içine düşmüş,
düşmekte olan benlik, zamanı bu oluşumu gerçekleştirecek biçimde yaşamak yerine,
kafasında tasarladığı, yarattığı, uydurduğu bir görüntüye, imgeye göre yaşar.
Oluşumun kendiliğindenliğine izin vermeyen bir yaşamdır bu. Kendini planlar bu
benlik, çevresini, ilişkilerini.... Planlananın gerçekleşmesi için sürekli
olarak planın uygulama gerilimini duyması, tedirginlik içinde, hedefini
kollayıp, gözetip, denetleyerek hayatını sürdürmesi gerekecektir. Bu
gerginliğin, denetim kaygısının, gücü elde tutup, olup bitenleri yönlendirme
gayretinin yürümesi, boş benliğin sarıldığı değerlerin işlerliği ile olanaklı
olacaktır. Edebiyât oluşumunu yaşayamayan boş benlik için denetlenmesi
gerekli bir etkinliktir. Ben denetlemesem, ben yönetmesem, ele geçirmesem, bir
başkası bunu yapabilir diye düşünür. Her varlığın kendini gerçekleştirme hakkı
olduğunu aklıma getirmez. Denetim, ele geçirme, gücü elde bulundurma gibi
temel tasalarla yaşanan bir dünyada, güvensizlik, boşluk arttırıcı kaygı,
yaşamın anlamını yitirmesi, yaşanan değerleri belirliyor. İnsanlar “değerleri”
yaşayamıyor. Çıkara, zorlamaya, denetime, kurnazlığa dayalı bir anlayış,
“değerlerin” değerini düşürüyor. Edeb, sonsuzluk, güzellik, dil sevinci, dil
saygısı giderek zayıfladığı için, edebiyât toplumda “yüksek değerler”in
oluşumunu sağlayamıyor. Edebiyât, çağımızda, sonsuzluğunu ve edebini yitirmiş
sıradan dünyanın meşrulaştırılmasına yarıyor. İnsanlar edebiyât okuyarak
yaşadıkları dünya içinde kalıyorlar, bu dünyanın çirkinliklerini onaylıyorlar.
“Dayanılmaz hafifliği” içindeki hayata edebiyât “evet” diyor. Edebiyât hayatın
çirkinliklerine, değersiz değerlerine itiraz edemiyor. Ediyor gibi görünse de,
bu itiraz, düzenin değersiz değerlerini yaşamasını sağlıyor
yalnızca. EDEBİYÂTIN KAPATTIĞI HAKİKAT Eski Yunan’ın anladığı gibi
anladığımızda, hakikat, bir örtünün perdenin ortadan kalkmasıyla kendini
gösterendir. Edebiyât edebiyâtladığında, kendini açmış, ortaya koymuş, gözönüne
sermiş oluyor: Kendini, kendisindeki insanı, kendisindeki toplumu, değerleri
ortaya koyuyor. Hakikat, açıyor kendini edebiyâtla. Edebiyâtın hakikat açması,
ona önceden planlayarak, zorlayarak koyduğumuzu görmek değildir! “Bir roman
yazayım da kahramanlarıma şunları şunları söyleteyim, şunları şunları
eleştireyim” düşüncesi, salt bu düşünceyle yazılmış roman, edebiyâtın
uzağındadır. Romana belli bir planla başlayabilirsiniz bir ölçüde; ama, roman
romanlıyorsa, kahramanlar alır başını gider, olaylar romancının belki de şaşkın
bakışları içinde olup biter. Yerli yersiz karışırsınız olaylara; roman,
romanlamaz olur. Aynı durum şiir için de, edebiyâtın diğer türleri için de söz
konusudur. Karışırsanız, şiir şiirlemez ve yaşadığımız kötü şiir olur. Manzume
olur. Hakikatin edebiyâtta kendini göstermesi, edebiyâtın edebiyâtçıya rağmen
alıp başını gitmesiyle gerçekleşir. O kendi kendine işleyişin de farkına
varmadığımızı görürüz: Romancı roman öncesi tasarlamadıklarını görür romanda,
yazdığı romandan öğrenir. Şair şiirinden, öykücü öyküsünden, denemeci
denemesinden. Hakikat, edebiyât sık boğaz edilmediğinde kendini gösterir
edebiyâtta. “Ben okura gerçekleri anlatacağım” savıyla, kafanızdaki gerçekler
kadar edebiyât yapıtı oluşturmuşsanız orada edebiyât edebiyâtlamamış, hakikat
kendini açmamıştır. Hakikat ya da sizin hakikat sandığınız, edebiyâttan önce
zaten sizde vardı: Önceden planladığınızdan fazlası görünmüyorsa bitimde, o
edebiyât yapıtında hakikat, kendini açma olanağı bulamamış demektir. Günümüz
edebiyâtı, onu evcilleştirip, terbiye etmeye çabalayan, vitrinlere yerleştirip,
bu durumdan kendine çıkar sağlamaya çalışan insanların elinde. Kimse edebiyâtla,
ortaya çıkabilecek hakikatin farkında değil. Heidegger’in şiirde yakalamaya
çalıştığı hakikatin, çağımız edebiyât düşünürlerince yeterince anlaşılmadığını
düşünüyorum. EDEBİYÂTIN İNANÇ SİSTEMLERİYLE BAĞI Dünya görüşümüz, dinsel,
siyasal, kültürel, metafizik inançlarımızın oluşturduğu bütünlüğe inanç sistemi
diyorum. İnanç sistemlerimizin yaşamımızı yönlendirdiği, aldığımız kararlarda,
bu kararların sonucu ortaya çıkan eylemlerimizde etkili olduğu açık. Edebiyât,
inançlarımızın oluşturduğu çerçevede gösteriyor kendini. İnançlarımızın içinde,
bağlamında yaşıyoruz onu. İnançlarımızı nasıl yaşadığımız, edebiyâtı
inançlarımızla yaşama biçimimizi etkiliyor. İnançlarımız, içimizdeki boşlukla,
bu boşlukla giriştiğimiz zamansal ilişki ile nitelik kazanıyor. Neye inandığımız
değil, nasıl inandığımız; boşluk ve boşluk-zaman etmenleri bizi belirlemeye
başlıyor. Boşluğumuz bizi, çevreye karşı demirden sağlam olmasına çalıştığımız
inanç duvarları örmeye götürebilir. İnancımız bizi boşluğa çekebilir, boşluğa
çektikçe çırpınıp inanç merdivenleriyle çıkmaya çalışabiliriz. İnanç
merdivenlerine bakışımızdaki sorunlar, merdiven çıkışımızı, boşluğa düşmeye
dönüştürebilir. Çıkmaya çalıştıkça batarız: İnanç duvarlarımızı katılaştırmaya
çabaladıkça duvarlar yıkılır, perişan oluruz. Ya da güvenli bir inanç kalesi
kurup, içinde pek de rahatsız olmadan yaşar gideriz. İnançlarımızla
ilişkilerimiz, edebiyâtı, inançlarımızın dokuduğu iç dünyamıza buyur etmemizdeki
tutumumuzu belirler. İnançlarımızın güvenliği için kendimizi bir sığınağa
kapatmışsak, bu sığınaktan, bir sığınağı yaşamanın psikolojisiyle edebiyâtı
yaşarız. Belki yine bir sığınak, bir silah, bir kaçış, bir yüreklendirme kaynağı
olarak. İnanç sistemimizin dünyayı dönüştürme kaygıları varsa, edebiyât da bu
kaygıların bir parçası olur:Bir savaş aracı. Dergi çıkarılacak ve edebiyât
yoluyla inançlarımız,dünyayı dönüştürmek için savaşa gireceklerdir. Elbette bu
nokta da edebiyât edebiyâtlayabilir; kavga edebiyâtın özgünlüğünü, özgüllüğünü
(kendine özgülüğünü!) bozmayabilir; kavga sırasında, edebiyâtın edebiyâtlamasına
izin verirsek. Yazar olarak, savaşçılar olarak, kavga erbâbı olarak, edebiyâtın
bu kavgada kendini gerçekleştirmesine izin verirsek. (Mıncıklamadan, ellemeden,
sokup sokuşturmadan, kesip biçmeden!) Edebiyât, işte o zaman, kavganın tanığı
olan edebiyât olarak çıkar ortaya. “Bu kavgada böyle roman yazılır mı? Hiç
yazdığın şiirin kavgayla ilgisi var mı” gibi sorularla baskı uygulamadan,
edebiyâtın boğazına halkalar bağlamadan, eli kolu prangalı tutsak bir
karikatürünü “işte bizim kavga edebiyâtımız”demeden. Edebiyât senin savaş
sırasında söylediğin marş değildir, slogan da! Marşlar ve sloganlar
yönlendirmeye yönelik kültürel ürünlerdir. Belki tek bir slogan gerekli
edebiyâta: “Lütfen edebiyâtı rahat bırakınız!” Yanıt şu olabilir: Ben bırakayım
da karşı taraf eline geçirsin değil mi? Bırakmam, edebiyât benim kavgamın,
yazarlar benim kavgamın. (“Bu yazar benim, bu kitabı ben basmalıyım, diğer
yayınevinden önce” diyen; yazarlara da “şöyle şöyle bir roman yaz, bunları şimdi
peynir ekmek gibi satılıyor” sözleriyle yapıt ısmarlayan yayıncının da buna
yakın bir tutumu yok mu?). İnançlarını boşluklarının boşluklaması
doğrultusunda, boşluğunun farkına varıp onun zaman içinde oluşumuna yön
verebilecek bir gönül açıklığına, gönül zenginliğine ve enginliğine sahip
insanların yaşadığı kültürlerde, edebiyât sıkıştırılamaz, zorlanamaz, tornadan
geçirilemez. Kendine özgü oluşumuyla edebiyât ortaya çıkar; bize bizi, bize
inançlarımızı, toplumumuzu, yüreğimizi, aklımızı anlatır AKIL, TEKNİK,
KURNAZLIK KARŞISINDA EDEBİYÂT İçindeki boşluğun anlamını keşfetmeyi
düşünmeden, boşluğun üstünü örtüp, onu görmezlikten gelerek, “dışarı dışarı”
haykırışlarıyla dış dünyaya yönelerek, onu denetim altında tuttuğunda, içindeki
boşluktan gelen anlayamadığı korku ve kaygılarından uzaklaşacağını sanan insanın
edebiyâtından söz ediyoruz. Aklına güveniyor bu boşluk taşıyıcı benlik: “Aklım
bana teknikler bul! Beni mutlu et! Can sıkıntımdan kurtar! Beni rahatlat!
İlaçlarla, bir makine gibi, öğrenebileceğim mutlu olma teknikleriyle: Meditasyon
öğret! Soluklarını denetlemeyi! Kendini denetlemeyi öğret bana! Edebiyât sen de
gel! Bana insanı, insanın duygularını, insan ilişkilerini, sevgiyi, nefreti,
aşkı öğret!”. Boşlukzedelerin edebiyâta bakışlarında yatan: “Edebiyât beni
boşluğumdan kurtar. Boşluğumu anlatarak değil, boşluğumu unutturarak! Bana
avutucu hazlar sağla! Bu hazların sarhoşluğunda boşluğumu örteyim. Gözümün
önünden silinsin boşluğum.” “Yazarım ben: aklım benim çık yetenekli bir yazar
olduğumu söylüyor. Öyle şeyler yazmalıyım ki, edebiyât tarihinde yeni olsun. Ne
yapmalıyım bunun gerçekleşmesi için?” İşte bu soruyu soran edebiyât mühendisi
yazar, edebiyât mühendisliği yapacaktır artık. Yazar olacak, yazar olmak için en
uygun araçları, en akılcı biçimde kullanacaktır. Kafanı çalıştır yazar
ol! Şair mi olmak istiyorsun? Bak bakalım şiir ne âlemde? Piyasa nasıl?
“Hüzün” mü iyi satılıyor? Divân Edebiyâtı tarzıyla duygu yoklamaları? Acaba
Heidegger’den, diğer metafizik erbâbından, edebiyât kuramcılarından, bizden
tasavvuftan falan bir iki şeyi potaya atsak da yoğursak mı? Edebiyâtın senin
gidi Frankestein’ı seni! Açtığın atölyende, dünyaya Türk Edebiyâtını, Türk
kültürünü pazarlayan ürünler satıyorsun. Edebiyâta boşlukzede ruhlarıyla
bakanlara edebiyât mühendisi, edebiyât cerrahı gerek. Yazar da okur da
buluveriyorlar birbirlerini. Kalıbını döktüğünüz ürünlerin satışıyla,
sıkıştırılmış, canı çıkarılmış edebiyâtımsılar. Almanların deyimiyle ersatz’lar,
aslının yerine konmuş kötü kopyalar. Boşlukçu edebiyât! Alanın ve satanın memnun
gözüktüğü bir edebiyât tezgâhı. Aklımızın, tekniğimizin, kurnazlığımızın
tezgâhında. Edebiyâtın “bilimini” yapanlar, edebiyât eleştirisi üstüne
çalışanlar da, denetleyen akıllarıyla kavramaya çabaladıkları edebiyâtın içine
düştüğü durumu desteklemeye uğraşıyorlar sanki. Yaptıkları incelemelerle,
dilbilim destekli bilgisayar teknikleriyle geliştirdikleri çözümleme, anlama,
yorumlama çabalarıyla, edebiyâtın kendiliğindenliğini gerçekleştirebileceği
toprağı, bahçeyi kurutuyorlar. Bilimsel bakış görüntüsüyle, edebiyâtın içini,
yaşamını, dilin güzelle olan bağlantısını, sonsuzu, edebi anlayamamış bu bilimci
dostlarımız (bir zamanlar ben de aralarındaydım!) edebiyâtın yeşereceği
bahçelere ektikleri yapay gübrelerle toprağı yakıyorlar! “Bilimsel” çalışmalara,
sakın yanlış anlaşılmasın hiçbir itirazım yok. Bu çalışmalar, edebiyâtın
edebiyâtlamasını desteklediği oranda anlamlıdır. Birçok akademisyenin, edebiyât
beğenisi eksikliği taşıdığını görüyorum. Kendi tekniklerini uygulayabilecekleri
popüler yapıtlar seçip onlar üzerinde “akademik” çalışma yapıyorlar! Önemli olan
edebiyât yapıtı, edebiyâtın edebiyâtlaması değil de, onların kendilerine
inceleme olanağı verecek “kurban” yapıtlardır. Edebiyâtı kullanıyorlar. Edebiyât
bahçesinin çiçek açmasına, yeşermesine izin verecek, edebiyâtın kendini
gerçekleştirmesine yol açacak bir ortamın yaratılması kaygısı galiba çok az
akademisyende var. Akademisyen memur çünkü. Onun işi var. İşini yapacak. İşi,
edebiyât incelemelerini kalıplamak, düzenlemek. Peki ne adına? Terfi ve maaş
için mi? Unvan için mi? Edebiyâtın kendisi ne oluyor, ellerinde? Yatırdıkları
teşrih masasında nelere ama nelere dönüşüyor edebiyât? Revâ mı? Edebiyâtı bu
hâllere düşürmeye ne hakkımız var arkadaşlar, ne hakkımız var? (Muzip bir
akademisyen arkadaşım, bu yazıyı okuyunca bana şöyle seslendi: “Edebiyâta bir
şey olduğu yok! Edebiyâta bu zulmü revâ gören sensin. Kendin uydurma bir sorun
yaratıyor, bu sorundan dolayı kahroluyorsun. Tipik bir entelektüel
mazoşizmi!”). EDEBİYÂTIN SONU MU? Mıncıklıya mıncıklıya edebiyâtı bu
dünyadan kaçırıyor muyuz yoksa? Edebiyât bizi terk mi etti? Etti edecek gibi mi
duruyor yoksa? Hırslanan insanların hırsla sanata, hırsla bilime, hırsla
teknolojiye, felsefeye yürüyenlerin dünyasında, boşluk özürlü benlikle,
edebiyâtı duyup ona yetişmeye çalışan binlerce, milyonlarca insan var. Okuyup
yazarak ruhlarını doyurmanın ardına düşmüşler. Çok satan kitapların, afişlerde,
reklamlarda görülen yüzleriyle yazarları, edebiyât panayırlarında mallarını
satıyorlar. “Hiç şiir okumadın mı hayatında? öldün öyleyse!” “Roman oku hadi,
öykü oku, deneme oku, anı, mektup, gezi notları, günlük, edebiyât eleştirisi
oku! Oku be, güzel okur, oku da öğren hayatı! Öğren de insan ol! Sana açtığım
kapılardan geç, bak kitaplarımda neler sunuyorum sana!” Okur, kışkırtılıyor.
Okuma seferberliği başlatmalı! Okusunlar, öğrensinler, gelişsinler. Otobüste,
metroda, iş yerinde; çay, kahve, yemek molalarında oku! Okuyan dünya ne güzel
bir dünyadır! Yaz, yazar kardeşim! Dilinin kültürünün, yaşayışının hakkını
vererek! Şaşırtıcı, ürkütücü şeyler yaz! Karanlık bulmacalar söyle! Okuyan
feleğini şaşırsın. Yazarsın sen, endersin, eşin menendin yok! Hadi insanlar
edebiyâta! Haydin edebiyâta! Kurtuluş ordadır. Selâh! Herkes edebiyâta
koşsun. Ne savaş kalsın ne açlık ne zulüm! Herkes şiir okusun, öykü, roman!
Kurtuluşun edebiyâtta olduğunu bilmiyorlar. Edebiyât ihtiyaçlarının farkında
değiller! Her insanın edebiyât ihtiyacı var oysa. Bu ihtiyacı giderecek
yazarlar, yayıncılar ve onların oluşturduğu pazar var. Bu pazardan haydin
edebiyâta! Peki, edebiyâta gideceğiz de, edebiyât nerede?
Prof. Dr.
Ahmet İnam
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|