Şinasi'nin Şiirinde Dil ve Üslûp


 

 (Özcan, Tarık. “Şinasi’nin Şiirinde Dil ve Üslûp”, Türk Dili, 658, 359-367, (Ekim 2006).)

ŞİNASİ’NİN ŞİİRİNDE DİL VE ÜSLÛP

 

                                                                                                          Tarık Özcan*

GİRİŞ

 

            Şiir dili kendine özgü bir ses akışına sahiptir. Bu akışkanlık ritmiktir. Aynı zamanda vezin ve kafiye gibi ses örgüleriyle disipline edilmiştir. Bir bakıma şiir dilinin kendisine özgü bir dil disiplini vardır. Bunun için şiir dili genel dilin  içerisinde yapılan özel bir yolculuktur. Bu yolculuk anında şair, kendi mizacına ve edebi anlayışına göre bir şiir dili oluşturur. Bir dilin dünyasında şairin kendisini söze dönüştürmesi, üslûba malik olması demektir. Şair için en önemli hususlardan birisi kendi üslûbunu oluşturmasıdır. Üslûbunu kuramayan şairler, şiir evinde kiracı konumundadır. Bunun için her şairin dünyasında üslûp sahibi olmak endişesi vardır.

            Bir Tanzimat şairi olarak Şinâsî’nin de dille ilgili özel düşünceleri olduğunu biliyoruz. Dil, Tanzimatçıların müşterek problemidir. Tercümân-ı Ahvâl Mukaddimesi, Şinâsî’nin dilde varmak ve yapmak istediklerini göstermesi bakımından çok önemlidir.

            Dildeki saflaşma ve merkezileşme dileğine rağmen Şinâsî’nin şiir dili kendi içerisinde bir bütünlük arz etmez. Müntehabât-ı Eş’âr’a ait şiirler dil ve üslûp özellikleri bakımından incelendiğinde büyük farklılıklar görülecektir. Bu farklılıklar, sadece Şinâsî’ye mahsus değildir. Tanzimat dönemi şairlerini bir bütün olarak inceleyecek olursak; tümünde, bu farklılaşmayı görebiliriz. Ancak dildeki değişimlere öncülük etmesi ve Tanzimat edebiyatının kurucu şahsiyeti olması itibariyle Şinâsî, bu yönüyle kayda değer bir öneme sahiptir.

GELİŞME

Şinâsî, dil kültürü bakımından kendisini geleneğin içerisinde bulmuştur. Bu sebeple dille ilgili ilk eğitimini, klasik ananenin biçimlendirdiğini söyleyebiliriz. Klasik edebiyatın biçimlendirdiği bu dil, kendisine özgü bir hayâl sistemine ve kelime kadrosuna sahiptir. Aynı zamanda mutantan, ağır, mükemmele varmak isteyen resmi bir üslûbu vardır. Şinâsî’ye kadar bu üslûp anlayışı, bütün formlarını oluşturmuş ve sanatın dili olmayı başarmıştır. Bu kapalı devre sanat anlayışının kıblesi, yüzlerce yıldır kendisini besleyen Arap ve Fars edebiyatlarıdır. Klasik ananenin biçimlendirdiği bu üslûp, Şinâsî’nin çocukluk döneminde karşılaştığı ilk dil biçimidir. Çocukluğunun dünyasını biçimlendiren bu döneme ait dil olgusunun şairin kişiliğinin oluşumunda önemli bir rolü vardır. Kişi, kendini dille kurar ve dille gerçekleştirir. Bilinçaltına yönelik yaratma işlevinde bu ilk dil terbiyesinin önemli bir rolü bulunmaktadır. Bunun için edebiyat ve ana dil sorunu yüzlerce yıldır insanlığın gündeminden düşmüyor.

            Böylesine bir dil eğitiminden geçen Şinâsî’nin şiirlerindeki dil ve üslûp özelliklerini, aşağıdaki başlıklar altında toplayabiliriz:

1.       Gazel tarzında, sade ve sanat anlayışıyla işlenmiş bir dil anlayışı vardır.

Gazellerindeki dil ve  üslûp “klasik tarz”ın biçimlendirdiği değerlerle ortaya çıkar.

 

                                   GAZEL[1]

           

            Güldürürken yüzümü çehre-i gülfâm-ı şerâb

            Neye lâzım bana sâki-i dil-ârâm-ı şerâb  

 

            Kalb eder katresi kalbimde safâya kederi

            Kimyâ-yı ferâh olsa yakışır nâm-ı şerâb

 

            Aklıma bâde verir başka cilâ-yı irfân

            O cilâya demeli pertev-i ilhâm-ı şerâb

                                              

Gazelin dünyasını biçimlendiren kelime kadrosu “ gülfâm”, “sâkî”, “dilârâm-ı şarâb”, “katre”, “safâ”,  “ferâh”, “bâde” gibi bu nazım şeklinin dil ve üslûp özelliklerini ören kelimelerdir. Gazelin dünyasında gördüğümüz ışık kombinasyonu ve espriyle bütünleşerek jest ve dansa yönelme anlayışı dil ve üslûbu oluşturan ana özellikleridir. Işık kültü, şarâbın gül rengi ve ferâhlatıcılığıyla birleşerek aklın aydınlatıcı özelliğini kazanıyor. Divan edebiyatının gazellerinde görülen “cilâlı dil” anlayışı Nedim’de de değişmeden devam etmektedir. Bir dönemin, bir geleneğin ve nazım şeklinin biçimlendirdiği dil ve üslûp anlayışı, klasik veznin çerçevesi dışına taşmadan kendi ses düzeni ve karakteristik özelliğiyle devam etmektedir.

 

            Aynı dil hususiyeti diğer gazellerinde de görülmektedir. Örneğin;

                                      

                                     GAZEL[2]

                        Mahmûr-i bâde hasta-i bî-tâbı andırır

                        Yoktur anın ilâcı mey-i nâbı andırır

 

                        Sâkî elinle bâde verirken elin öpem

                        Devlet gününde yâr olan ahbâbı andırır

                                                          

Benzer kelime kadrosu, kafiye örgüsü ve redif sistemiyle düzenlenen şiir, aynı hayâl sistemi etrafında şekillenmektedir. Böylece kendisine özgü bir sistem hüviyetiyle karşımıza çıkan şiir dili, şairi aşarak klasik ananenin biçimlendirdiği kolektif üslûba dönüşür. Şair, gazelin dünyasında görülen  geleneksel dil dünyasından aldığı ödünç kelimelerle şiir evini kurar.

            2. Şinâsî’nin “Tam Tarih”, “İlâhi” ve “Tehlil”inde kullandığı dil ve üslûp ise, resmi kitabetin belirlediği özelliklere sahiptir. Kendisine özgü merasim dünyasıyla ön plana çıkar. Dünya ve ahiret, Allâh ve kul ilişkilerini değerlendirerek muhatabının yapıp ettiklerini en vurucu mısralarla dile getirir.

 

                                       TAM TARİH[3]

 

                        Gürledi gitti Re’îs-i Meclis-i Tophâne âh

                        Gayrı topçu askerinin topu ağlarsa n’ola

 

                        Var idi ol zât-ı Hilmî mahlâsın hilmi ki ceyş

                        Böyle bir dâne ferîki ba’d-ez-în nerde bula

 

                        Hasreti kundak bıraktı ehl-i seyfin cânına

                        Nâr-ı bârût-ı gamı oldu mü’essir çok kula

 

                        Hak su’âlin eylese âsân be-hakk-i Mustafâ

                        Hayme-i kabri hemân envâr-ı rahmetle dola

 

                        Dedi fevtinde Şinâsî bâ-duâ târîh-i tâm

                        Mustafâ Pâşâ celîs-i meclis-i cennet ola              

                                                          

           

Tam Tarihler içerisinde dil itibariyle en sade olanında bile dil şahsileşmekten mümkün olduğunca uzaklaşarak geleneğin biçimlendirdiği değerlerle ön plana çıkıyor. Bir bakıma nazım şeklinin temasına uygun ve ortak değerler etrafında şekillenen resmi merasim dili, kendisine özgü bir üslûp anlayışı oluşturur. Aynı anlayış diğer tarihlerinde daha ağırlaşarak devam etmektedir.

                                  

                                   TAM TARİH[4]

                        Dâver-i deryâ-atâ Sultân-ı İskender–siyer

                        Pâdişâh-ı rûzgar ü sâye-i Rabb-i mecid

                       

                       

                        Eyler icrâ âleme mâ-i zülâl-i âtıfet

                        Reşha-i ihsânına bahr-i muhît olmaz nedîd

 

                        Ahd-i pür-adlinde cârî sû-be- sû âb-ı sürûr

                        Zevk u behçetle geçer eyyâm-ı ayn-i rûz-i îd

                                                          

Yukarıdaki şiirde kullanılan dil ve üslûp ile gazel ve kaside gibi nazım şekillerindeki dil ve üslûp anlayışı, birbirleriyle farklılaşarak yürümektedir. Muhatabını överek ve yücelterek yürüyen dil, Osmanlı Türkçesinin geniş coğrafyasına ait üslûp özelliklerini –ağır, anlaşılmaz, mutantan ve terkipli- taşımaktadır. Bu dilin lûgatından seçilmiş özel kelimelerle yürüyen dil ve üslûp, kendisine özgü “ver-i deryâ”, “Sultân-ı İskender-siyer”, “sû-be-sû âb-ı sürûr” gibi söz simetrisiyle ritmik, karanlık  ve kapalı tarafını oluşturmaktadır.

            Kaya Bilgegil’in ifadesiyle: “Hulâsa, Şinâsî; hayalleriyle, söz oyunlariyle, mübalağalarıyle kullandığı tarihî ve efânevî şahıs isimleriyle dil ve tekniğe hakim bir dîvân şâiri olarak yetişmiş ;Avrupa kültürünün te’sîrine marûz kaldıktan sonra yeni bir şiir düzeni kurmak istemiştir.”[5]

            3. Şinâsî’nin, kasidelerinde dil ve üslûp özelliği itibariyle farklılaştığı görülmektedir. Kasidelerinde Türk düşünce tarihine ilk kez batılı kavramları sokmaya çalışması, dil ve üslûp özelliklerinin farklılaşmasına yol açmıştır. Bu üslûp, daha çok nesir diliyle ön plana çıkmaktadır. Bilgilendirme amaçlı olan bu özellik, çoğunlukla da muhatabını nesir cümleleriyle övmeye çalışır.

                                  

                                    KASİDE[6]

                        Bârek-Allah zehî Sadr-ı Reşîd-î devrân

                        Oldu ahdinde anın münşerihü’s-sadr cihân

 

                        Nice sadr-ı şeref-endûz-i adâlet ki odur

                        Mefhar-i saltanat u devlet-i Âl-i Osmân

 

                        Öyle bir Âsaf-ı zî-şân u muazzam ki olur

                        Câhet ü haşmeti ehl-i düvele gıpta-resân

                       

                        Kalem-i kâtib-i cân levhe edip böyle rakam

                        Eder evsâfını sükkân-ı felek vird-i zebân

 

 

                        Muhyî-i devlet ü dîn muhteri-i Tanzîmât

                        Mazhar-î feth-i mübîn mazhar-ı şer’-i Rahmân

                       

Bu dil, şiiriyetten uzak, muhatabının vasıfları üzerinde duran  bir dildir. Terkiplerle yürümesi söz akışını kestiği için şiirin ritmine engel olur. Şiirde olması gereken akışkanlığı göremeyiz. Bir bakıma şiirle nesir arasında bocalayan ve henüz ne olması gerektiğine karar veremeyen bir dildir. Bu tür kasidelerindeki dil, zamanla sadeleşme yolunda bir hayli mesafe kat edecektir. Kaldı ki aynı kaside içerisinde yer alan;                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           Böyle bir menzil-i tâm almadı Râmi bir kez

                        Gerçi meydân okuyup attı okun astı kemân

bu ve benzeri beyitler, sadeleşme yolunda örnek olacak beyitlerdir. Zamanla bu dil, sadeleşir. Ancak bilgilendirme amaçlı bir niteliğe bürünmesi, ses akışını keserek nesre yaklaşmasına yol açar. Batı terminolojisine ait kavramları ilk kez Şinâsî’nin kasidelerinde görürüz.

 

                                   KASİDE[7]

                                        (…)

                        Şem’idir kalbimizin cân ile mâl ü nâmûs

                        Hıfz için bâd-i sitemden olur âdlin fânûs

 

                        Etdin âzâd bizi olmuş iken zulme esîr

                        Cehlimiz sanki idi kendimize bir zencîr

 

                        Bir ıtık-nâmedir insâna senin kanûnun

                        Bildirir haddini Sultân’a senin kanûnun

                                              

Bilgilendirme amaçlı bu dil, nesirde olması gereken bütün açıklığıyla kendisini ele vermektedir. Zekâyı yoracak hiçbir yönü yoktur. Bir bakıma şairin sadeleşme yolundaki tercihinin yansımasıdır.

            4. Şinâsî’nin dil ve üslûbunun kalite kazandığı şiirleri de vardır. Bunlar “Methiye”, “Kıta”, “Müfred”leriyle “Arz-ı Muhabbed” isimli şiirleridir. Bu şiirlerde, dilin şiir olma yolunda ciddi bir sıçrama yaptığı görülmektedir.

 

 METHİYE[8]       

                                           (Sâfi Türkçe)

                        Gören saçın arasından yüzün parıltısını

                        Sanır ki kara bulutun içinden gün doğmuş

                        Yanında kan ile yaş içre kaldığım görüp el

                        Demez mi kim birisini su kızı suya boğmuş

                                              

Yukarıdaki şiir, gerek ses akışkanlığı ve dilinin sadeliği gerekse imge kültürü bakımından özgün bir dil ve üslûba sahiptir. Şiirin başlığından sonra “Sâfi Türkçe” ibaresinin kullanılması kayda değerdir. Şairin herhangi bir kayıt altında olmadan kendi doğallığıyla yazdığı şiirlerinde çok daha başarılı olduğu görülmektedir. “Su kızı” imgesi kullanım itibariyle özgün bir imgedir ve zengin çağrışımlar içermektedir. Birinci ve ikinci mısralarda yinelenen “n” sesi ses akışına ritmik bir zenginlik kazandırmaktadır. “Saçın arası”, “yüzün parıltısı”,”kara bulutun içinden gün doğmak” ve “suya boğmak” kelime grupları dilde akışkanlığın saflaşmasına ve dilin mutâd alışkanlıklarından kurtularak ferdileşmesine yol açmaktadır. Arz-ı Muhabbet[9] şiirinin,

                        Eşi yok bir güzeli sevdi beğendi gönlüm

                        Kıskanır kendi gözümden yine kendi gönlüm

 

                        Sinesinde yakışır ol memeler kim gûyâ

                        Bir fidan üzre iki kar topu olmuş peyda

                                              

beyitleri de üslûp düzeyi bakımından günlük dilin üzerine çıkarak ferdileşme temayülü bakımından özel bir başarıya ulaşmıştır. İlk üç mısrada “bir, beğendi”, “güzeli, gönlüm (2)”, “gözümden, gûya”, “kıskanır, kendi (2), kim” yinelemeleriyle şiire ses akışkanlığı kazandırılırken; aynı zamanda “beğendi”, “yine”, “sinesinde” gibi ses düzeni bakımından naif kelimeler aracılığıyla şiir, ses orkestrasyonu bakımından kusursuz bir hale getiriliyor. Dördüncü mısradaki “Bir fidan üzre iki kar topu” tamlamasıyla oluşturulan imaj, şairin muhayyile gücünün özgünlüğünü göstermesi bakımından önemlidir.

                                   SÂFİ TÜRKÇE[10]

                        Göğe mi erdi başım yer yüzüne geldimse

                        Var mı bak bencileyin yıldızı düşkün kimse

mısralarında dil, trajik çatışmanın ruhunu yansıtarak imge şemsiyesini yer ve gök zıtlığı üzerine kurmaktadır. Şiir, imgenin kendi üstüne kapanmasıyla birlikte yer ve gök ilişkisini kendi kader çizgisine indirgeyerek ferdileştiriyor. Talihsizliğin “yıldızı düşkünlük” kelime grubuyla ifade edilmesi, şairin imge avcılığını göstermesi bakımından önemlidir.

            5. Müfredât, Mesâri’, Hezliyyât ve Hicviyyât başlıkları altında topladığı mısra ve beyitten oluşan şiirleri, daha çok düşünce ağırlıklıdır. İnsanlık burcu etrafında gezinen şair, damıtılmış düşünceyi arı dille birleştirerek vecize denemeleri yapmaktadır.

                         Milletim nev’-i beşerdir vatanım rû-yi zemin

mısraındaki dil, uzun yıllar atasözleriyle uğraşmanın getirdiği kesif ve selîs ifadenin kendisidir. Bu dil, daha sonra sadeleşerek ve nesre yaklaşarak manzum hikâye dili olacaktır.

            6.  Şinâsî’nin şiir dilinin zirvesi, Mehmet Kaplan ve Kaya Bilgegil’in belirtikleri gibi Münâcâtıdır. Münâcâtında, şiire ait olgunlaşmış iç ve dış sesi yakalayan Şinâsî, klasik ananeden gelen unsurlarla halk ve batı edebiyatlarından gelen unsurları, bir terkip haline getirerek sanatın diline dönüştürür. Merkezi mekân konumundaki Münâcât, dil olgunluğunun ve tamlığının gerçek bir numunesidir.  M. Kaya Bilgegil’in belirttiği gibi:

            Bu şiirin diğer bir husûsiyeti, halkın kullandığı kelimelerle, halka has ifade tarzlariyle yazılmış olmasıdır. Şiir tasannudan uzaktır, çıplak ifâde ile yazılmıştır.”[11]

                        Ey Şinâsî içimi havf-ı İlâhî dağlar[12]

                        Sûretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar

halka yönelmenin en güzel örneklerinden birisi olan Münâcât, bir bakıma Şinâsî’nin sadeleşme düşüncesinin zirvesidir. Bunun için “Münâcât ile yeni bir edebiyatın başladığını ileri süren Mehmet Kaplan, bu şiirin en önemli hususiyeti olarak sadeliğini[13] ileri sürer. Şinâsî, Münâcât’ındaki dili şiirinin dili yapabilseydi; şiir tarihimizdeki yeri, daha farklı olabilirdi. Şinâsî’nin  Münâcâtını “İlâhi” ve masallarıyla birlikte mükemmele erişme noktasında başarılı bulan Tanpınar, onu Türkçeyi yürütmek bakımından bir zirve olarak kabul eder:

            Filhakika Şinâsî bu eserlerde, manzumenin bütününe şamil olmamakla beraber hiçbir ifrata kaçmayan sade bir Türkçeyi aruzla birlikte yürütmeğe muvaffak olmuştur.” (Tanpınar 1988: 195)

            7. Konuşma dilinin sadeliğinde kendisini ve milletinin edebi zevkini bulan Şinâsî, yazdığı manzum hikâyeleri ile bir bakıma mesnevi geleneğinin dar çemberinden çıkardığı dil ve üslûp anlayışıyla şarkın roman ihtiyacını karşılamıştır. “Eşek ile Tilki”, “Karakuş Yavrusu ile Karga”, “Arı ile Sivrisinek” hikâyeleri bu nevidendir. Tahkiye geleneğinin biçimlendirdiği dil, olayı ders verici bir nitelikte kurgulayarak zamanın ihtiyaçlarına göre yorumlar.

 

KARA KUŞ YAVRUSU İLE KARGA HİKÂYESİ[14]

                                   -Bililtizâm lisân-ı avâm üzre kaleme alınmıştır.-

 

                                   Aç idi bir karakuş yavrusu bir gün yuvada

                                   Anası yoksul anınçün yem arardı ovada

 

                                   Bir bora çıktı yuva derken ağaçtan düştü

                                   Başına yavrucağın köylü çocuklar üşüştü

 

                                   Tutulup oldu oyuncak bir ekinci piçine

                                   Bir kafesle kodular bağda dikenlik içine

 

                                   Kondu bir karga gelip vişne fidânı üzere

                                   Gaga çaldı yemişe âdet ü şânı üzere

 

                                   Dedi ol yavru : “Safa geldin amân Bülbül Ağa

                                     Cânım ister yediğinden sadaka eyle bana

 

                                                       KARGA

                                   “Var oruç tut aç iken kendimi alçak tutamam

                                   Çık fidân üzere çekirdek vereyim kim yutamam

 

                                               KARAKUŞ YAVRUSU

                                   “Çünkü öğrenmişsin artık adı neymiş söyle

                                   Ahımı almaz hem neyliyeyim ben böyle

 

                                                           KARGA

                                   Ana talih denilir herkese olmaz hayrı

                                   Andan öç almağa yok çâre rızadan gayrı

           

Muhavereyle yürüyen dil, okuyucuyu en can alıcı noktasından yakalar: Okuyanın kendi dili. Konuştuğu ve anladığı bir dille karşılaşan okuyucu, aynı zamanda halk anlatılarında sıkça kullanılan nükte kavramıyla rahatlar. Bir bakıma yazarın kendileriyle yarenlik yaptığının farkına varır. Böylece dil, kendi içerisinde samimiyet, dostluk ve nükteye dönüşerek okuyucusuyla bütünleşir. Şairle okuyucunun kol kola gezdiği böylesine bir ortamda şiir kimsenin umurunda değildir. Şairin, şiirinin başlığından sonra koyduğu “lisân-ı avâm” ibaresini göz önüne aldığımız taktirde bu dilin bilinçli bir biçimde yapıp edildiğini söyleyebiliriz. Halkın konuşma dili, şiirin baş köşesine gelip kurulmuştur. Bir bakıma Şinâsî’nin baştan beri yapmak/varmak istediği dil anlayışıdır. Bu dil bilincinde halka yaklaşmak ve halkı eğitmek anlayışlarının bir hayli payı vardır. Ancak “gayesi konuşulan dile yaklaşmak olduğu halde, biraz yaptığı denemenin yeniliğinden, biraz da sanatçı gücünün eksikliğinden gelme bir kudretsizlikle bu çaba oldukça verimsizleşir ve ‘sâfi Türkçe’  ile yazdığı parçalarda bile dil konuşma dilinin canlılığına ve tabiîliğine erişemez.” (Akyüz 1990: 44)

Bu tür problemleri Şinâsî’nin kasidelerinde de görmek mümkündür.

             

            SONUÇ

           

Şinâsî’nin şiir dili, mensubu bulunduğu cemiyetin edebi dilindeki bütün dalgalanmaları yansıtacak bir biçimde teşekkül etmiştir. Tanzimât, bir geçiş döneminin değişimlerini kendi içerisinde barındırması bakımından önemlidir. Siyasi, sosyal ve kültürel alanlardaki bu değişimleri Şinâsî’nin şiir dilinde her yönüyle görmemiz mümkündür.

            Şinâsî, kendi akışkanlığıyla ve dıştan hiçbir tesire açık olmadığı zamanlarda şair olarak başarılıdır. Bu tür şiirlerinde, özgün imgeler yaratmasının yanı sıra; şiir dilinde, üslûbunu kurabilme başarısını gösterebilmiştir. Geleneğin getirdiği kolaylığa kapılınca o da nazım şeklinin kendisinden önce belirlenen klişe ifade tarzında kaybolmaktadır.

            Onun şiir dilindeki gelişme çizgisini şu başlıklar altında toplayabiliriz:

1. Gazel tarzında sade ve sanat anlayışıyla işlenmiş bir dil ve üslûp anlayışı,

 2. “Tam Tarih”, “İlâhi” ve “Tehlil”lerinde kullandığı üslûp ise, resmi kitabetin kendisidir.

            3. Şinâsî’nin dilinin kalite kazandığı şiirleri de vardır. Bunlar “Methiye”, “Kıta”, “Müfred”leriyle “Arz-ı Muhabbed” isimli şiirleridir. Bu şiirlerde, dilin şiir olması yolunda ciddi bir sıçrama yaptığı görülmektedir.

            4. Konuşma dilinin sadeliğinde kendisini ve milletinin edebi zevkini bulan Şinâsî, yazdığı manzum hikâyeleri ile bir bakıma mesnevi geleneğinin dar çemberinden çıkar.

            Bunların yanı sıra Kaya Bilgegil’in şu tespitlerini de sayabiliriz:

            5. Şinâsî şiire dîvân şairi olarak başlar, bu edebiyatın tekniğinde kendi gücü ölçüsünde bir mükemmeliyete erişir.

            6. Batı kültürünün te’sîrinde kaldıktan sonra eski tarzı bırakır; yeni bir çığır açma teşebbüsüne girişir.

 

 

 

KAYNAKLAR

Akyüz, Kenan,  Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp Kitabevi, İstanbul: 1990

Bilgegil, M. Kaya. Yakın Çağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, C. II, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum: 1980

Kaplan,  Mehmet, Şiir Tahlileri I, Dergâh Yayınları, İstanbul: Ocak 1978

Parlatır, İsmail-Nurullah Çetin, Şinasî-Bütün Eserleri, Ekin Kitabevi, Ankara: 2005

Şinâsî, Müntahabât—Eş’âr, haz.:  Muallâ Anıl, Akba Kitabevi, 1945

Şinâsî, Müntahabât-ı Eş’âr, haz.: Süheyl Beken, Dün-Bugün Yayınevi, Ankara: 1960

Şinasî, Bütün Eserleri, haz.: İsmail Parlatır, Nurullah Çetin, Ekin Kitabevi, Ankara: 2005

Tanpınar, Ahmet Hamdi, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul: 1988



Yard.Doç.Dr. Fırat Üniversitesi Fen Edebiyat Fak.Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

1-İsmail Parlatır, Nurullah Çetin, Şinasî-Bütün Eserleri,  Ekin Kitabevi, Ankara: 2005, s. 18

2-Muallâ Anıl, Müntehabât-ı Eş’âr, Akba Kitabevi, Ankara:  1945, s. 22

3- İsmail Parlatır, Nurullah Çetin, a.g.e.,  s. 30

4-Süheyl Beken, Müntehabât-ı Eş’âr, Dün Bugün Yayınevi, Ankara: 1960, s. 75

5-M. Kaya Bilgegil, Yakın Çağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, Atatürk Üniversitesi Basımevi, c. II, Erzurum: 1980, s. 33-34

6- İsmail Parlatır, Nurullah Çetin, a.g.e., s. 12

7- İsmail Parlatır, Nurullah Çetin, a.g.e., s. 8-9

8- Muallâ Anıl, Müntehabât-ı Eş’âr, s. 29

9- Muallâ Anıl, a.g.e., s. 29-30

10- İsmail Parlatır, Nurullah Çetin, a.g.e., s. 29

11- M.Kaya Bilgegil, a.g.e., s. 39

12- Muallâ Anıl, Müntahabât-ı Eş’âr, s. 5-6

13- Mehmet Kaplan, Şiir Tahlileri I, Dergâh Yayınları,Ocak 1978, s. 32

14- Muallâ Anıl, Müntahabât-ı Eş’âr, s. 55-56









Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.


Yorum Yapın

Ad Soyad: Yorumunuz:
E-posta:
Tarih:
5.5.2024 19:06:42
 


 
 

 
 

 
 
 
 
 
 




Bu site Kişisel Yazar Web Tasarım projesi ile oluşturulmuştur.