|
Saf Şiir / Paul Valéry
Saf
Şiir
Bir Konferans İçin Notlar, 1927
Saf şiir, kısaca, dil ile bu dilin insanlar üzerinde yarattığı etki
arasındaki o, biçimden biçime giren çeşitli ilişkiler üzerine yaptığımız
öylesine önemli bir çalışmada bize yol gösteren ve genelde, şiir hakkındaki
düşüncemizi belirlememize yarayan gözlemlerimizin doğurduğu bir kurgudur.
Dünyada büyük bir gürültü koptu (en değerli ama en yararsız nesneler
dünyasında demek istiyorum), şu iki sözcük çevresinde büyük bir gürültü koptu
dünyada: Saf Şiir. Bu gürültü patırtıdan biraz da ben sorumluyum. Birkaç yıl
önce, dostlarımdan birinin şiir kitabına yazdığım önsözde, aşırı bir anlam
yüklemeden ve şiire ilgi duyan düşünen insanların, bundan birtakım sonuçlar
çıkarabileceklerini hesaplamadan bu sözcükleri kullanacak oldum. Bu sözcüklerle
ne demek istediğimi çok iyi biliyordum, ama edebiyat meraklılarının dünyasında
böyle bir yankı, böyle bir tepki uyandıracaklarını bilmiyordum. Hiçbir şekilde
bir kuram ortaya atmak, hele hele bir öğretiyi tanımlamak ve bunu paylaşmayacak
olanları aykırı düşünceli insanlar olarak görmek gibi bir niyetim yoktu,
dikkatleri bir olgu üzerine çekmek istiyordum yalnızca. Benim gözümde bütün
yazılı yapıtlar, dil ile ortaya konan bütün yapıtlar az sonra ele alacağımız ve
şimdilik şiirsel olarak adlandıracağım özelliklere sahip bazı öğeler, ya da
parçalar içerirler. Sözün, düşüncenin en dolaysız, yani en duygusuz biçimde
dile getirilişinden bir tür sapma gösterdiği her seferinde, bu sapmaların salt
kolaycı dünyadan ayrı bir ilişkiler dünyasını, bir an-lamda, duyumsattıkları
her seferinde, bu alışılmışın dışındaki dünyanın büyültülebileceğini az çok
kavrarız ve yetiştirilip geliştirilmeye yatkın soylu ve güçlü bir özün
parçasını yakaladığımız duygusuna kapılırız; bu öz işlenip kullanıldıkça, sanatın
varlığını ortaya koyan şiiri oluşturur.
Bütün bir yapıtın, duygusuz olarak adlandırdığım dilin öğelerinden
oldukça farklı, oldukça ayırdedici özelliklere sahip öğeler yardımıyla meydana
getirilebilmesi, -bunun sonucunda, şiirselleştirilmiş olsun ya da olmasın, bir
yapıt yardımıyla, bir yandan düşüncelerimiz, kafamızdaki imgelerimiz, arasında,
öte yandan anlatım yollarımız arasında eksiksiz bir karşılıklı ilişkiler
dizgesinin, -yani özellikle, ruhumuzda bir coşku anının yaratılmasına uygun
düşebilecek bir dizgenin varolduğu izleniminin verilebilmesi. İşte saf şiirin
sorunu kabaca budur. Fizikçinin saf sudan söz ederken kastettiği anlamda saf
diyorum. Sorunun, şiirsel olmayan öğelerden ayıklanarak saflaştınlmış bir
yapıtın meydana getirilmesi yolunda başarılı olunup olunamayacağının
bilinmesinde yattığını söylemek istiyorum. Bunun ulaşılamayacak bir amaç ve
şiirin de ülküsellikten öteye geçmeyen bu duruma yaklaşmak için bir çaba
olduğunu düşünmüşümdür hep ve hâlâ da böyle düşünüyorum. Sonuç olarak bir şiir
olduğunu söylediğimiz şey, bir söylemin içinde yer alan saf şiir parçalarından
oluşur. Çok güzel bir dize şiirin çok saf bir öğesidir. Güzel bir dize ile bîr
elmas arasında yapılan bildiğimiz beylik karşılaştırma, düşünen herkesin saf
bir nitelik taşımanın değerini bildiğini göstermektedir.
Saf şiir ifadesinin sakıncası ahlâki bir saflığı akla getirmesidir ve bu
tür bir saflık da, saf şiir düşüncesi benim için, aksine, temelde çözümsel bir
kavram olduğundan, burada söz konusu değildir. Saf şiir, kısaca, dil ile bu
dilin insanlar üzerinde yarattığı etki arasındaki o, biçimden biçime giren
çeşitli ilişkiler üzerine yaptığımız öylesine önemli bir çalışmada bize yol
gösteren ve genelde, şiir hakkındaki düşüncemizi belirlememize yarayan
gözlemlerimizin doğurduğu bir kurgudur. Daha iyisi, saf şiir yerine, belki de
mutlak şiir demek olacaktı, ve o zaman bu ifadeyi sözcükler arasındaki
ilişkilerden, ya da daha çok, sözcüklerin kendi aralarındaki anlayışlarının
birbirleriyle olan ilişkilerinden kaynaklanan etkilerin araştınlması anlamında
kullanmak gerekecekti; bu da, kısaca bize dilin egemen olduğu bütün bir
duyarlılık alanının keşfedilmesini esinlemektedir. Bu keşif rastgele
yapılabilir. Zaten genellikle de böyle yapılmaktadır. Ama bir gün dizgesel bir
çerçeveye oturtulması da ihtimal dışı değildir.
Şiir sorunu konusunda kesin bir düşünceye, ya da en azından, bu sorunla
ilgili olduğunu sandığım daha kesin bir düşünceye sahip olmaya çalıştım ve
şimdi bu düşünceyi aktarma çabası içindeyim. Bugün bu düşüncelerin yaygın bir
ilgi uyandırması dikkat çekicidir. Bu kadar geniş bir okur kitlesi yalnız
şiirle değil, şiir kavramıyla da hiç böylesine ilgilenmemiştir herhalde.
Tartışmalara katılıyorlar, eski dönemlerdeki gibi çok az sayıda amatörün ve
deneycinin katıldığı çok kapalı gruplarla sınırlı olmayan denemelerin yapıldığı
görülüyor; fakat işin harika yönü şu ki, çağımızda neredeyse ilahi
diyebileceğimiz bu tartışmalara halkın azımsanmayacak bir bölümünün ilgi, hatta
bazen tutku derecesinde bir ilgi duyduğu görülmektedir, (örnek olarak,
esinlenmeyi, emeği, sezginin değeri ile sanalın çarpıtıcı değerinin
karşılaştırılmasını tartışmaktan daha ilahi ne olabilir? Bu sorunlar ilahi
lütuf ve yaratı sorunuyla pek güzel karşılaştırılamaz mı?
Aynı şekilde, şiirde de öyle sorunlar vardır ki. geleneğin saptayıp
belirlediği kuralların karşısına kişisel deneyimin ya da özduygunun verileri
çıkarıldığı için ilahiyat alanında karşılaştığımız, kişisel algılama ve
tanrısal olayların herhangi bir aracı olmaksızın öğrenilmesi konusu ile farklı
dinlerin öğretileri, kutsal kitaplardaki metinler, dogmatik biçimler konusu
arasında gözlemlenen sorunlarla tıpatıp benzerlik göstermektedir...)
Ben yine de, salt saptama düzeyinde kalacak, ya da basit bir akıl
yürütmenin sonucu olacak hiçbir şey söylememek kaydıyla konuya geliyorum. Şu
şiir sözcüğünü yeniden ele alalım ve önce bu güzel ismin farklı niteliklerde
iki kavrama yol açtığını görelim. Hem “şiir”deriz, hem de “herhangi bir
şiir”deriz. Bir manzaradan, bir durumdan, bazen bir insandan sözederken bunların
şiirsel olduklarını söyleriz, Öte yandan da şiir sanatından söz ederiz ve
“falanca şiir güzeldir”deriz. Ama birinci durumda söz konusu olan, hiç kuşku
yok ki, bir tür heyecandır; birtakım koşulların etkisiyle, büyülendiğimizi,
coşkuya kapıldığımızı hissettiğimiz zaman içinde bulunduğumuz durumla
karşılaştırılabilecek bu kendine özgü etkilenmeyi hepimiz biliriz. Bu durumun
belli bir iradeyle ortaya konan yapıtlarla bir ilgisi yoktur; ruhsal ve
bedensel düzenimiz ile bizi duygulandıran (gerçek, ya da ideal) koşullar
arasındaki bir tür uyumdan doğal biçimde ve kendiliğinden meydana gelir. Ama
öte yandan şiir sanatı, ya da herhangi bir şiir dediğimizde bir öncekine benzer
bir durumu doğuracak, ya da bu tür bir heyecanı yapay olarak yaratacak
vasıtaların söz konusu olduğu açıktır. Hepsi bu kadar değil. Dahası, bu durumu
yaratmaya hizmet edecek vasıtaların konuşulan dilin işleyişine ve özelliklerine
ait vasıtalardan olması gerekir. Sözünü ettiğim heyecan nesneler aracılığıyla
yaratılabilir; dilin vasıtalarından tamamen başka, mimari, müzik v.b. vasıtalar
aracılığıyla da yaratılabilir, ama gerçek anlamıyla şiirin özünde dilin
vasıtalarının kullanılması yatar. Bağımsız şiirsel heyecana gelince, bunun
insana ait diğer heyecanlardan eşsiz bir nitelikle, hayranlık duyulacak bir
özellikle ayrıldığını belirtelim. Onun bu özelliği de bize yanılsama duygusunu,
ya da bir dünyanın (yani içindeki olayların, görüntülerin, varlıkların,
nesnelerin, sıradan bir dünyayı dolduranlara benzeseler bile bir yandan da
bütün duyarlı yönümüzle yakın ama, açıklanamayan bir ilişki içinde bulundukları
bir dünyanın) yanılsamasını vermesidir. Nesneler ve varlıklar -ifademi
bağışlayın, müzikleştirilmişlerdir; karşılıklı yankılanır duruma gelmişler ve
öz duyarlılığımızla uyum içine girmişlerdir. Bu şekilde tanımlanan şiir dünyası
düş durumu ile, en azından bazı düşlerde oluşan durum ile büyük benzerlikler
gösterir. Düşlerimizi belleğimizde yeniden yokladığımızda anlarız ki,
bilincimiz kavrayışımızın ürünü olan sıradan oluşumlardan, kendi kanunları içinde
dikkati çekecek kadar farklı, bambaşka oluşumlarla dopdolu, doyuma ulaşmış, ya
da uyarılmış durumda bulunabilmektedir. Ancak, bazen düş sayesinde
tanıyabildiğimiz bu heyecan dünyasına öyle istediğimiz gibi dalıp çıkamayız. O
bizim içimizde kapalıdır ve biz de onun içinde kapalıyız, bu, elimizde onu
değiştirmek için etkili olabilecek hiçbir olanağımızın bulunmadığını ve buna
karşılık onun da bizim dış dünyaya dönük daha güçlü eylem yönümüzle bir arada
yapamayacağını gösterir. Geçici bir hevesle ortaya çıkar ve keyfince kaybolup
gider, ama insan bütün değerli ve geçici olgular için yaptığını, ya da yapmayı
denediğini bunun için de yapmıştır: Bu keyfi durumu yeniden oluşturma, arzu
ettiği zaman onu yeniden bulma ve sonunda duyarlı varlığının doğal ürünlerini
yapay olarak yayma yollarını aramış ve bulmuştur. Son derece belirsiz bu
oluşumları, ya da bu yapıları doğadan elde etmesini -ve kör zamanın akışından
çekip kurtarmasını bir anlamda bilmiştir; bu amaçla daha önce belirttiğim bir çok
vasıtayı kullanmıştır. İşte şiirsel bir dünya meydana getirme, bu dünyayı bir
daha, bir daha oluşturma ve zenginleştirme vasıtalarının içinde en eskisi,
belki de en saygını, bununla birlikte en karmaşık ve kullanımı en güç olanı
dildir.
Bu noktada, modern çağda şairin görevinin ne derece incelik istediğini ve
bu görevinde şairin ne kadar güçlükle (şükür ki her zaman bunun bilincinde
değildir) karşılaştığını iyice anlaşılır kılmak ve belleklere yerleştirmek
zorundayım. Dil herkesin kullanımına açık, ortak bir öğedir; bu yüzden zorunlu
olarak kaba bir vasıtadır, çünkü herkes onu kendi gereksinimlerine göre
kullanır, yönlendirir ve kendi kişiliğine uygun olarak değiştirir. Bize ne
kadar yakın olursa olsun, düşünme olayı söz biçimine dönüşerek ruhumuzu ne denli
yansıtırsa yansıtsın, dil yine de sayılamalı bir kökene dayanır ve salt genel
kullanıma dönük bir özellik taşır. Oysa şair bu yaygın kullanıma dayanan
vasıtadan özüne herkesin ulaşamayacağı bir yapıt yaratma yollarını bulup
çıkarmayı kendisine sorun edinmelidir. Sizlere daha önce de söylediğim gibi
şair için söz konusu olan, herkesin uyguladığı düzen ile hiçbir bağıntısı
bulunmayan bir dünya, ya da bir nesneler düzeni, bir ilişkiler dizgesi
yaratmaktır.
Bu görevin bütün güçlüğünü kavratabilmek için başlangıç durumunu, şaire
sunulan verileri, imkânları ve nesnesi yine de onunkinden çok farklı olmayan
başka bir türün sanatçısıyla karşılaştıracağım. Şaire verilenler ile müzisyene
verilenleri karşılaştıracağım. Ne mutlu müzisyene! Onun sanatındaki gelişme yüzyıllardan
beri kendisine, tamamen ayrıcalıklı bir konum sağlamıştır. Müzik nasıl oluştu?
İşitme duyusu bize gürültüler dünyasını verir. Kulağımız kendisine rastgele bir
düzen içinde gelen pek çok miktarda duyumu alır ve bunları dört ayrı nitelikte
değerlendirir. Oysa ilk çağlara dayanan gözlemlerimiz ve çok eski bilgilerimiz
sayesinde, özellikle sade ve ayırdedilebilir ve özellikle birtakım
bağdaşımları, birleşimleri oluşturmaya elverişli olan sesler dünyasını
gürültüler dünyasından ayırabiliyoruz, kulak, ya da anlama yeteneği daha bu
gürültüler ortaya çıkar çıkmaz bu bağdaşımların ve birleşimlerin yapısını,
bağlantısını farklılıklarım, ya da benzerliklerini algılar. Bunlar saf
öğelerdir, ya da saf öğelerden oluşmuşlardır, yanı ayırdedilebilirler; kesin olarak
tanımlanmışlardır ve en önemlisi, aslında gerçek ölçü aletleri olan aletlerle
sürekli ve birbirlerine benzer biçimde üretilme yolları bulunmuştur. Bir müzik
aleti, ayarlanabilen ve belli hareketlerle hiç değişmeden belli bir sonucun
elde edilebileceği biçimde kullanılabilen bir alettir. Ve işte işitme
alanındaki bu düzenlenmenin sonucu: sesler dünyası gürültüler dünyasından çok
ayrı olduğu için ve kulağımız da zaten bunları açıkça ayırdetmeye alışık
olduğundan, sof bir ses, yani kısmen olağan dışı bir ses kendisini duyurduğunda
hemen özel bir havanın doğduğu olur, duyumuz özel bir bekleyiş durumuna girer
ve bu bekleyiş genel olarak oluşan heyecanla aynı türden, aynı saflıkta
heyecanları doğurmaya yöneliktir neredeyse. Bir salonda saf bir ses yayıldığında,
bizde her şey değişir, müziğin ürettiğini bekleriz. Şayet, bunun tersine, bir
karşı durum meydana gelirse; bir konser salonunda bir parçanın çalınışı
sırasında bir gürültü duyulursa (bir iskemlenin düşmesi, uyumlu olmayan bir
sesin çıkması, ya da salondakilerden birinin öksürmesi gibi) o zaman bizde bir
şeylerin kesintiye uğradığını, özde bir şeylere karşı gelindiğini, bilmem hangi
birleşim yasasının çiğnendiğini hissederiz ; bir dünya kırılır, bir büyü
dağılır.
Böylece yaratıcı düşüncesi, işine elverişli ortamı ve yollan ilk anda,
hem de yanılma ihtimali olmadan bulabilsin diye müzisyenin önünde çalışmasına
başlamadan önce her şey hazırdır. Müzisyenin malzemeyi ve araçları değiştirmesi
gerekmeyecek; sadece her şeyiyle belirlenmiş ve hazırlanmış öğeleri biraraya
getirecektir.
Ancak bu olup bilenler şair için nasıl bir farklılık gösterir acaba! Onun
önünde şu herkesin kullandığı dil, amacına uygun olmayan, kendisi için
yapılmamış olan vasıtalar topluluğu uzanıp gider. Bu vasıtaların birbirlerine
uygunluklarını kendisi için belirleyebilecek bir fizikçisi yoktur; gam
yapımcıları yoktur; ne diyapazonu, ne de metronomu vardır; bu bakımdan bir
doğruluk güvencesine sahip değildir; elinde sözlük ve dil bilgisi gibi kaba
aletlerden başka bir şey bulunmaz. Üstelik şair, müzisyenin, emirlerini
kendisine zorla kabul ettirdiği, işitme gibi tek ve belli bir konumda bulunan
ve zaten beklentiyi ve dikkati seven üst düzeyde organa sahip bir duyuya değil,
genel ve dağınık bir beklentiye seslenmek zorundadır, ve bunu da birbiriyle
ilişkisiz iç tahriklerin çok tuhaf bir karışımı olan dil vasıtasıyla yapar.
Hiçbir şey dildeki özelliklerin garip bileşkesinden daha karmaşık, daha güç
çözümlenebilir değildir. Ses ile anlamın ne derece ender uyuşabildiğini herkes
iyi bilir; ve ayrıca bir söylemin çok farklı nitelikleri açıklayabildiğini de
yine herkes iyi bilir: Bir söylem mantıklı ama her türlü uyumdan yoksun
olabilir; uyumlu ama anlamsız olabilir; açık seçik ama her türlü güzellikten
uzak olabilir; düzyazı ya da şiir olabilir; bütün bu birbirlerinden bağımsız
değişken nitelikleri özetleyebilmek için dilin çeşitliliğini işlemek ve onu
çeşitli görünümleriyle incelemek amacıyla ortaya konan bilimlerin hepsinin
adını anmak yeterlidir. Dil sırayla ses ve buna eklenen ölçü ve dizem açısından
yargılanabilir; bir mantıksal ve bir de anlamsal yönü vardır. Belagatı ve
sözdizimini içerir. Bütün bu farklı bilim kollarının aynı metni birbirlerinden
bağımsız pek çok biçimde inceleyebildiklerini biliyoruz.., İşte, demek ki şair
başta karşı karşıya gelinen bu çok çeşitli ve zengin, sonunda, birbirine
karıştırılacak kadar zengin niteliklerin hepsiyle bir çatışma içindedir;
sanatının nesnesini, şiirsel heyecanı üreten makineyi bu çatışmadan elde etmek
zorundadır; yani kolay kullanılan aleti, herhangi biri tarafından yaratılmış
bulunan kaba aleti, saniyelik gereksinimler için her dakika kullanılan ve
yaşayanlar tarafından her an değiştirilen aleti, duyularımıza ya da ruhumuza
ilişkin sıradan yaşamımızı oluşturan ve belli bir süreye tabî olmaksızın
rastlantıyla ortaya çıkan bütün durumlardan çok farklı bir heyecan durumunun
cevheri olmaya zorlar; dikkatini şiire ayırdığı süre içinde yapar bunu. Sayısız
koşullara ve gereksinimlere bağlı olan her mizaçtan insan onu kabul edip diğer
insanlarla ilişki kurmak için kendi arzusuna ve çıkarma uygun olarak en iyi
şekilde kullandığına göre, ortak dilin ortak yaşamdaki karışıklığın meyvası
olduğunu abartmadan söyleyebiliriz; oysa şairin dili, bu sayılamalı
karışıklığın ürettiği öğeleri zorunlu olarak kullansa bile, herkesten uzak
yaşayan bir insanın herkesin bilip kullandığı kaba bir malzemeyle, yapay ve
ideal bir düzen yaratmak için harcadığı çabayı gösterir.
Eğer bu çelişkili sorun tamamen çozümlenebilseydi, yani şair, içinde
düzyazıya ait hiçbir şeyin bulunmayacağı yapıtlar, müzikse! bir akıcılığın
hiçbir zaman kesintiye uğramayacağı, anlamsal bağıntıların da uyum
ilişkileriyle hep bir tutulacağı, düşüncelerin birbirleri içindeki
dönüşümlerinin her türlü düşünceden daha önemli görünebileceği, yanaçlarla
yapılan sözcük oyunlarının kişinin gerçeğini kapsayacağı şiirler oluşturmakta
başarı sağlayabilseydi, o zaman var olan bir şeyden söz eder gibi saf şiirden
söz edilebilirdi. Ama durum böyle değil; Dilin genel kullanıma, ya da günlük
olaylara dayanan yönü, mantığa uygun biçimler ve alışkanlıklar ve, daha önce de
belirttiğim gibi (kökenlerin sonsuz sayıda çeşitlilik göstermesi, dil
kavramlarının çok farklı dönemlerde ortaya çıkması yüzünden) söz dağarcığında
rastlanan karışıklık, usa aykırılık, bu tür mutlak şiir ürünlerinin ortaya
çıkmasını imkânsız kılmaktadır; ama ülküsel ya da düşsel bir duruma ait temel
bilginin, ele alınabilecek her türlü şiirin değerlendirilmesinde çok yararlı
olduğunu kolayca tahmin edebiliriz.
Saf şiir düşüncesi, ulaşılamayan bir örneği, şairin çabalarının, gücünün
ve arzularının gelip dayandığı son noktayı gösterir...
Paul
Valéry
Çeviri: Cengiz Ertem
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|