|
Hiçleyemeyen Sanat Yolcularına / Prof. Dr. Ahmet İnam
Hiçleyemeyen
Sanat Yolcularına…
Eniştelerim Levinas ve Blanchot için…
Hiçlenme, bir tür içlenmedir. Hiçleme, hiçlenmeyle yürür. Kendimize dönük
hiçleme, kendimizi hiçlemedir, hiçlenme. Neden bu güzelim dünyayı hiçleyeceğiz
ki? Kendimizi hiçlersek ne kalır geriye? Yaşamı hiçlersek ne kalır geriye?
Yokluk. İşte o, varlığın kendini açmasındaki boyut.
Nerededir bu edebiyat yapıtı? Bir şiir nerededir, bir öykü? Yokturlar. Bu
tepeleme dolu doluluğun olduğu, bu vıcık vıcık dünyada; bu insanların eksiklik
eksiklerini duymadıkları dünyada, edebiyat nasıl soluk alsın? Olmayan
varlıklar; onlar, kâğıttaki mürekkep lekeleri, tuvaldeki boyalar, çizgiler,
kulağımıza ulaşan sesler müzik olarak: Sanat yapıtının izleri burada. Kendisi
yok. Roman kahramanları aramızda değil, zaman içinde değiller bizle birlikte.
Ayrı bir zaman ayrı bir mekândalar. Hiç olmadılar. Olmayacaklar. Elbette
andıracaklar gerçekte olanları. Benzeyecekler, insana, dünyaya. Şiirdeki
sözcük, şiirde anlamını bulacak, dışında, şiirin, günlük konuşma diline
dönüşecek. Resimdeki çiçekler, çıkıp resimden, bu dünyanın çiçekleri olacak, bu
dünyanın zamanında solacak. Oysa resimdeyken hiçtiler, buraya ait değillerdi.
Kendi zamanlarında, kendi mekânlarındalar. Neresi orası? Burada yoklar ama.
Tablo var, fiziksel olarak. Resimse yok. Şiir var, fiziksel varlığı ile, kâğıt
üzerinde ya da kaydedilen ses olarak. Kendisi yok. Resim tuvale, çizgiye,
boyaya nasıl indirgenemezse, şiir de sözcüğe indirgenemez. Tuval, çizgi, boya,
sözcük var oysa ne resim ne de şiir var.
Olmayan bir şeyle bağlantı kuruyoruz, şiirle yaşarken. O olmayanı, kendi
olmazlığı, yokluğu, hiçliği ile yaşayabilendir, okur. Hiçi, hiçliği
yaşantılayabilendir. Gerçek sanat yaşayıcısı, sanatın fiziğini, sanatın
maddesini yaşamaz; o fizikteki, maddedeki sanatı yaşar. Hiçliği yaşar.
Elbette söylediklerimden “hiçlik”, “olmayan” sözleriyle oynadığım, onun
anlamını belirgin kılmaktan kaçındığım sonucu çıkarılabilir. Sanat insanın
hiçleyebilme gücünden doğdu. Mağara duvarlarına çizdiklerini bugünkü
gözlüklerimizle okursak, insanın sanat tarihini çok eskilere götürebiliriz.
Bence, sanat değil onlar. Sanata giden yolda başlangıç adımları. Sanat bu
dünyada olmayana açılan bir kapı. Hiç kapısı. Neden hiç. Bu dünyada bulunmadığı
için hiç. Bu dünyada bulunmayan hiç midir? Örneğin, mantığın, matematiğin
nesneleri? Platon’un ideaları?
Hiç edebiyatın, genel olarak sanatın yokluğuna karşın söylenmiştir.
Yaşamını sanatın, edebiyatın varlığı ile doldurduğunu düşünenlere karşı
söylenmiştir. Sanat yapıtlarına para akıtan varsıl insanlar, bir hiçe mi
harcıyorlar varlıklarını? Hiçin izlerine. Kâğıttaki mürekkep lekeleri, mimarlık
ürünlerini oluşturan taşlar, çimentolar, ahşaplar, hiçin izleridir. Hiç
onlarda, Heidegger’in bir başka bağlamda kullandığı sözüyle, hiçlemektedir. Hiç
hiçlendiğinde izlerden sanat yapıtına yürürüz; hiç hiçlendiğinde izleri
oluşturacak, mürekkep lekelerini, taşları, boyaları kullanarak yapıtı ortaya
koyarız.
Hiç, bu dünyadaki hepliği anlamak için yaşamamız gereken süreçtir.
Kendimizi boşaltmak, saçma sapan anlam yığınları arasından, kendimize yeniden
başlamak için gereklidir. Hiçleyen, sanat yoluyla, hiçleme sürecini
gerçekleştirebilir. Sanat, edebiyat, tek hiçlenme, hiçleme yolu değildir.
Hiçleme, irademiz dışında bir ruhsal bozukluk da olabilir. Toplumsal, ekonomik,
sorunlarla başetme yolu da. Oysa sanattaki hiçleme, ahlak boyutu olan, bu
dünyanın alışılagelen sınırlarının dışına taşmaya olanak veren bir başarıdır.
Okur hiçler, yapıt hiçlenir, yazar hiçlenir. Yazar hiçler. Okur ve yapıt
hiçlenir.
Hiçlenince dünya yiter. Yeni bir anlam dünyası gelir. Kokuşmuşluğun
kaynağında hiçleyememe beceriksizliğimiz durur.
Okur bunları anlamak için, söylenenlerin hiçliğini görmeli. Olağan
dünyada işleyen bu yazıyı, bu konuşmayı hiçlemelidir. Hiçlemenin bir oyun olmadığını
hiçlenenlerin yanan yüreği bilir.
Sanatın hiçliğinde durur yaşamın içliği.
Ahmet İnam
Hiç Gözüyle Edebiyat
Kim dolduruyor edebiyatı anlamla? Edebiyat, bir edebiyat küre içinde olup
bitiyor. Edebiyat kürede, yazarlar, okurlar, eleştirmenler, kitaplar, dergiler,
onların elektronik ortamda kopyaları, yayınevleri, dağıtım şirketleri,
kitabevleri… bulunur. Edebiyat küreyi anlamla dolduran bunlardır.
İnsan anlam vererek, anlamlar alarak, anlam alış-verişi içinde,
anlamlarla yaşıyor. Edebiyat, edebiyat kürede, edebiyat küreyse, anlam kürede
bulunur. Edebiyat küre, insanın anlam yaşantılarının bir bölümünü oluştururur.
Edebiyat etkinliği dediğimiz etkinlik, bu kürede olup biter.
Edebiyat küredeki olup bitmelerin üç temel öğesi vardır.
1. Anlam doldurcularının, doğurucularının ya da üreticilerinin
etkinlikleri. Alışılmış anlamıyla yazar ve okur, anlam doldurucuları,
doğurucularıdırlar. Yazmak da, okumak da anlam vermek, anlam yaratmaktır.
2. Anlam taşıyıcıları, bu üç temel öğenin ikincisini oluştururlar.
Taşıyıcılar edebiyat metinleridir. Edebiyat yapıtları açığa çıkarılmayı
keşfedilmeyi bekleyen anlam kaynakladır.
3. Anlam dağıtıcıları, pazarlayıcıları, ısmarlayıcıları; alışılmış
anlamıyla, yayınevleri, dağıtım şirketleri, kitabevleri, üçüncü temel öğeyi
getirirler.
Edebiyat küredeki anlam akışı bu üç odak etkisinde gelişir. Burada
anlam, dilsel, ahlak alanıyla ilgili, estetik, metafizik boyutlar taşır.
Alışılmış anlamıyla, belki dilsel anlam dışında olanlara “değer” diyoruz.
Ahlak, estetik, “metafizik” değerler gibi… (“Metafizik” ya da “ontojik”
değerlerin neler olabileceği konusuna girmiyorum!)
DOLDURAN EDEBİYAT
Edebiyat küredeki anlam akışını, trafiğini düzenleyen güçler,
birinci ve üçüncü temel öğeler üzerinde yoğunlaşıyorlar. Kimdir bu güçler?
Çağın edebiyata bakışı, ondan beklentisi. Bu bakış ve beklentiyi etkileyen,
doğal, ekonomik, siyasal, kültürel etkenler. “Edebiyatı hayatımızın neresinde
görüyoruz?”, “Ondan ne umuyoruz?”, “Edebiyata olan talep nereden
kaynaklanmaktadır?” sorularının yanıt arayışlarıyla dile gelebilecek olan
farklı etkiler, edebiyat küreyi düzenlemektedir.
Okumak, düşünmek, duyumsamak için zamanı olmayan, yoğun anlam çevrimleri
(girdapları) içinde savrulan çağımız insanı, edebiyatı, bir eğlence, bir “boş
vakitleri doldurucu”, “hoş vakit geçirmeye yardım eden” bir ilişkiler yumağı
olarak görüyor. Geçmişten miras alınan “entelektüel” olmanın bir koşulu olarak,
“edebi” kitaplar okuma gereği de edebiyatla bağ kurmaya yardımcı olabiliyor.
İletişim araçları, anlam küredeki anlam akımlarını yayabildikleri için,
edebiyat, sinema, televizyon, bilgisayarlar (internet) aracılığıyla geçmişe
göre daha çok sayıda insana ulaşabiliyor. Bu olanak, edebiyata bir pazar kapısı
açıyor. Satılan, alınan ürünlere dönüşüyor, edebiyat yapıtı. Tecimsel kaygı,
satışın anlamını, yapıtın taşıdığı anlamdan daha baskın kılıyor. Yapıtın içinde
barındırdığı anlam, değer yitmeye başlıyor. Anlam verme, anlam alımlama gücünü
yitirmiş yazar ve okurlar, dağıtıcı ve pazarlamacılar tarafından noetik
(anlamla ilgili) şiddete maruz bırakılıyorlar. Anlamlama gücümüz(anlam yaşama
gücümüz!), vakti olmayan, eğlenmek dinlenmek, rahatlamak isteyen insanlar
olarak direncimiz azaldığı için, edebiyat tezgahtarlarınca zayıflatılıyor, yok
ediliyor! Edebiyat küreyi, hızla, edebiyata özgü noetik kaynaklarından
çıkararak, kendi “pılı pırtı” anlamlarıyla donatıyorlar. Dolduruyorlar.
Yayıncılar, onların danışmanları, eleştirmenleri, güçlü anlam dolum
merkezleriyle edebiyat küreyi işgal ediyorlar! Yapıt, kullandığımız masa,
sandalye, eğlence olsun diye dinlediğimiz müzik seti gibi bir şey oluyor!
Edebiyat ürünü sıradanlaşıyor, günlük, bayağı, alelade yaşamın yumuşak zeminine
gömülüyor. İnsanlar okuyup okuyup bu zemine gömülüyorlar. Eğleniyorlar,
rahatlıyorlar, kendilerine göre “müthiş keyif “ alıyorlar; duygulu, akıllı,
düşünen, cici entelektüeller oluyorlar.
Yapıtın kendini açmasına, içinde barındırdığı anlamlar yumağının
çözülmesine izin vermiyorlar! Yapıt, deyim yerindeyse, yapıtlamıyor! Kendini
ortaya koyamıyor. Pazarlayıcıların anlam dolum merkezlerinde koparılan anlam
fırtınaları, ortalığı kasıp kavuruyor; herkes koşullandırılmış bir biçimde
anlam tufanı içinde, pazarlanan yapıtları, pazarlanan anlamları içinde okuyor.
Okudukça, sıradan dünyanın, önceden konulmuş tasarlanmış anlam sıradanlığı
içine gömülüyor. Edebiyat beriyi göstermeye başlıyor: Bildik, tanıdık dünyayı.
Alışkanlıkların sığlığı içine çökmüş, kokuşan dünyayı. Bu kokuşmuşluğu gidermek
için, biraz heyecan, biraz dedektif öyküleri, bir tutam esrar (giz), bir avuç
seks, bir avuç sapıklık (insan var oluşunu yakalayamadığı için, insan
eğilimlerini gıdıklamaya yarayan!) katılıyor. İnsanın yaşam enerjisi
sömürülüyor! Berileştiriliyor insan!
EDEBİYAT ÖTE YOLCULUĞUDUR
Edebiyat yapıtı, taşıdığı anlam yüküyle, yaşadığımız hayatın
“sandığımız gibi”, “bu kadar” olmadığını söyler bize. Bizi, gömüldüğümüz
“beriden”, öteye çeker. Edebiyat, sonsuzluk ve kendiliğindenlik demektir.
Kurnazlıkla edebiyat olmaz. Yönlendirme, yönetme, ele geçirme, dayatma ile
edebiyat olmaz. Edebiyatın “edeb”i yiter, berilerse. Edebiyatı, “edeb”de kaldı,
“bilimsel” olarak ele alınmadı diye eleştiren, edebiyatı bilimin konusu yapmak
isteyenler var. Olsun. “Bilim”le ele alınsın, bakalım neye benziyor edebiyat.
Alınıyor da. Elbette yararı var, bilimsel, toplumbilimsel, ruhbilimsel,
dilbilimsel, bütün bunları kucaklayıp aşan, “olabilirse”, “edebiyat bilimsel”
bakışın. Tanırız berideki edebiyatı iyiyce. Ama, o, ötede. Öte, mistik, dinsel
bir deyim değil! Öte, bir, sınır tanımazlığı, aşkınlığı gösteriyor. “Ne
söylersek, bir fazlasıdır edebiyat!” Blanchot hocam sağolsun, ufkumuzun
zorlanması, genişlemesidir. Bayağılığa, sömürüye, tezgahlanmaya aykırıdır
edebiyat. Eğlence değildir. Edeptir. Edepsizliğin bile edebi! Sahici
yaşantıların, hesapsız yaşama coşkusunun, hüznün, çatışmanın, başarının,
başarısızlığın, çare sanılan çaresizliğin fokurdadığı alandır, edebiyat.
ELEŞTİRMEN: ÖTE İLE BERİ ARASINDADIR YERİ
Oradadır, eleştirmen. Doldurulmuş, yozlaştırılmış, tezgahlanmış,
satılmış, yavanlaştırılmış, sömürülmüş beri ile arayan, araştıran kafa tutan,
baş kaldıran, isyan eden, öte arasında. Edebiyat, doğal soluğudur insanın. Kır
havasıdır. Evren havasıdır. Çirkinliğin, yalnızlığın, ezilmişliğin, pısırıklığın,
insan zavallılığının feryadıdır, sonsuzluğudur. Edebiyat tükenmez. İnsan
tükenmediği için. Yozlaşsa da. Kokuşsa da. Eleştirmen ne okurdan ne yazardan ne
dağıtıcıdan, pazarlayıcıdan yanadır. Eleştirmen yapıttan yanadır. Yapıtın,
edebiyat küredeki zulüm ile ezilip yok olmasına karşı çıkar. Eleştirmen yapıtı,
edebiyat küredeki kokuşmuşluktan koruyandır. Eleştirmen, yapıtı,
dağıtıcılardan, yayıcılardan, pazarlamacılardan, tezgahlayanlardan koruyandır.
Eleştirmen yapıtı özgürleştiren, yapıtın yapıt olarak, içindeki anlam kaynağı
ile ortaya çıkmasını sağlayandır. Eleştirmen, yapıtla, yapıt olandır.. Ne
satıcı, ne alıcı, ne komisyoncu ne çıkarcıdır. Yapıtı okurdan, yazardan,
kendinden koruyan biridir. Yapıtın, yapıt olarak ortaya çıkışını engelleyen, çarpıtan,
abartan, aşağılayan güçlere karşıdır. Yapıt dostudur. Edebiyat kürenin, dolum
merkezlerinin savurduğu bir satılmış, bir köle, bir kör cahil değildir. Asidir.
Kafa tutandır. Edebiyat üstüne oynanan oyunlara karşı direnme gücü olandır.
Eleştirmen, Türkçe’de yapılabilecek bir şakayla “ele eştirmem” diyendir. Elin
edebiyat küreyi yönetmesini engellemeye çabalayandır. Eli tutan, ele engel
olandır.
Beridekilere yapıttaki öteyi gösterendir. Öte taklitlerini yakalayan,
beriye gömülenlerin ipliğini pazara çıkarandır. Elbette öte duyarlılığı olan,
beri ile öte arasında bir geçit, bir köprü olabilendir. Öte gücü olan
yapıtları, berilemeye çabalayanlara karşı verdiği savaşımda, öteyi ima
edebilecek, öte yaşantısına sahip biridir.
ÖTEYE GİDEN YOLU AÇMA BİÇİMİ OLARAK HİÇ
Anlam pılı pırtısıyla doldurulmuş edebiyat küreyi, bu vıcık vıcık pılı
pırtıdan nasıl arındırabiliriz? Kafasını bayat alanlara gömmüş eleştirmen
edebiyat küreyi göremez. Dar kafalı sığ eleştirmen, yapıtla ilişkisinde hep
beride durur. Edebiyat küreyi, giderek yaşadığımız çağın anlam küresinin hiç
değilse belli bir açıdan belli bir bölümünü göremeyen eleştirmen, öteyi
göremez. Öte, “parça”larda, “ayrıntı”larda yok olup gitmiş eleştirmene
görünmez. “Bütün” gören göze gerek var, öteyi görmek için. Dayatılmış
bütünlükleri değil elbet. Kendi gözümüzle görülmeye, kurgulanmaya, algılanmaya
çalıştığımız bütünlüklerden söz ediyorum. Beriyi tanımadan öteye geçilemiyor.
Beri, elbette ayrıntılarıyla, parçalarıyla verir kendini. Bu parçaları görüp,
onları bir “bütün” çerçeveye oturtacak gücün karşısında, beri anlaşılır, aşılır.
Beri, bizden anlaşılıp aşılmayı bekler!
Hiçseme, berinin anlamlarının sökülüp atılması için gerekli tutumun,
tavrın, düşünmenin, eylemin adıdır. Hiçsemenin ardından hiçleme gelir. Hiçseme,
edebiyat küreden üzerimize yağan, abanan değerlerden kendimizi korumak
demektir. Yapıta kol kanat germedir. (Cura, sorge, care!) Hiçseme, edebiyat
küredeki anlam saldırıları karşısında kullanmayı çabaladığımız bir kalkandır.
Hiçseyerek yaklaşılan yapıt, üzerine giydirilmiş anlamlardan kendini
arındırmaya başlar. Bir yorumlamayla, yapıt üzerindeki anlam tozlarını
üflemektir. Hiçseme, bakageldiğimiz, kullana geldiğimiz anlam gözlüklerinin
değişmesi, daha doğrusu gözlüğün çıkarılması demektir. Gözlük çıkarılır: Yapıt
hiçsenir. Anlamlarından arınır.
Hiçleme de ise çıkarılan gözlüğün ardından, içine düştüğümüz anlam
boşluğunu, anlam travmasını, noetik travmayı yaşamaya başlarız. Hiçseme cesaret
gerektirir; hiçleme ise sabır ve tahammül! Gözlüğünüzü çıkarır, boşluğa
düşersiniz. Yoksa beri sizi bırakmaz. Beri yapışkandır, çok kolludur. Her
koluyla sizi sarar. Kımıldayamazsınız. Hiçseme cesareti bu kollardan kurtulmayı
sağlar. Ardından hiçleme gelir. Düşersiniz. Boşlukta kalırsınız. Hiçseme
ardından hiçleme gelmezse ne olur? Hiçliğin sessizliğine gömülür, kör
olursunuz. Sarsılmazsınız. Örselenmezsiniz. Anlam yokluğunu yaşayamazsınız.
Gözlüksüz gözlüklü olursunuz. Kımıldayamazsınız. Eliniz kolunuz bağlanır.
Basiretiniz bağlanır.
Hiçlerseniz sarsılırsınız. Sonu belli olmayan bir yolculuktur bu. Öteye.
Berinin gözlüklerinin iş görmediği bir “alana” geçerniz! Öteye savrulursunuz.
“Hiç” sizi öteye fırlatır. Burada yaşadıklarınızı, yapıt yardımıyla, yapıtın
içinden geçererek beriye aktarabilirsiniz, başarabilirseniz. Bu, elbette öteye
nasıl düştüğünüze, beriyle olan ilişkinize bağlıdır.
Eleştirmen beriyle ötenin sınırında, bir sınır bölgesindedir. Ne ötede ne
beridedir. (no man’s land!) Öteyi de beriyi de belli bir açıdan görebilir. İki
bölgeye de girip çıkabilir. Hiçsemiş, hiçlemiştir çünkü. Yapıtı iki âlemden de
seyredebilir. Beriyi öteye, öteyi beriye taşıyabilir. Elbette, beri ötede, öte
beride yok olur. Bu, bir anlamda araf yaşantısıdır.
HİÇ GÖZÜYLE ELEŞTİRMEN
Eleştirmen, edebiyata hiç gözüyle bakabilendir. Hiçseyen, hiçleyen,
edebiyat küredeki anlam kokuşmuşluğuna karşı çıkıp, edebiyatı, yapıttaki öteyi
işaret ederek, öteye açandır.
Prof.
Dr. Ahmet İnam
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|
|