Şiir Sanatı Üzerine Düşünceler / Jules Supervielle
Şiir
Sanatı Üzerine Düşünceler
Şiirsel sırla kutsanmış olan uzman kimseler için yazmıyorum; şiirlerimden
birini duyarlı bir insan anlamayınca bu içime her defasında dert olmuştur.
Edebiyatın kökeni bana göre gizli bir düştür hep. Bu düşü yönlendirmekten
zevk alıyorum, meğerki belli günlerde esinlenip düşün kendiliğinden
yönlendirileceği duygusuna sahip olayım.
Buna karşın düşün rastlantısal bir durumda kaybolması hiç de işime gelmez
(demek istediğim, rastlantısalda “hayallere dalarak geçirmek”). Onu sağlam bir
düş yapmaya çalışıyorum, iç mekânlarla iç zamanın kesişmesine göre dışarıdan
ayarlanan bir tür Galion şekli1, -bu arada beyaz kâğıt, düş için dışarıyı
yansıtır.
Düş görmek demek kendi vücudunun cismini unutmak, dış dünyayı belli
anlamda içle eritmek demektir. Belki de kozmik şairin her zaman hazır oluşunun
kökeni burada yatar. Gördüğüm şeyi biraz olsun hep hayal ederim, hem de ona
baktığım anda ve onu sürekli algıladığım tarzda; “Boire â la Source”da duyumsadığım şey
hâlâ geçerlidir: Serbest doğa, gözle taranırken benim için sanki bir anda iç
doğa haline gelir, dış dünyadan kendine özgü bir biçimde iç mekâna kaydırma
yoluyla, bunun sonucunda kendimi sözümona düşünsel dünyamda ileriye doğru
hareket ettiriyorum.
Dünya karşısındaki hayretim zaman zaman garip karşılanmıştır; bu, hem
benim sürekli düş dünyasında olmamdan, hem de belleğimin kötü olmasından ileri
gelmekledir. Her ikisi de beni bir sürprizden bir başkasına sürükleyip her şeye
hep hayret etmem için zorluyor. “Bak hele, şurada ağaçlar var, orada deniz.
Şurada kadınlar var, hatta içlerinde çok güzelleri de ...”
Ama düş gördüğüm zaman belli bir ihtiyaç, beni şiir yazarken açık olmaya
zorlar, hatta doğruluk hırsının esiri olurum. İşte bu, uyuyan kimsenin düşünü
canlandıran biçime uymuyor mu? Düş -çift anlamlılığına kadar- tam olarak
çizilmiştir. Uyanınca çizgiler kaybolur ve düş karmaşık, hayal meyal bir durum
alır.
İç ben’imi çok uzun süre dikkate almayışımdan dolayı açıklamamı biraz geç
yaptım. Onun açık biçimde karşısına çıkmaya cesaret edemiyordum; bunu “Poemes
de l’humor triste” kanıtlıyor. İç evrenimin çılgın girdaplarına ve tuzaklarına
karşı koymak güçlü sinirleri gerektirir, bu evreni ben çok ayrıntılı bir
biçimde algılayıp aynı zamanda bin antenle alıyorum.
Modern şiiri bulmam uzun zaman aldı, Rimbaud ile Apolloniaire’in etkisine
girinceye kadar. Bu yazarları klasik ve romantik yazarlardan ayıran ateş ve
duman çemberini aşmak, önceleri mümkün olmuyordu. Bir itirafta bulunmama izin
verilirse -belki de bu daha çok bir arzudur: Ben, sırada dumanı ateşe zarar
vermeden dağıtmak isteyenlerden biri olmayı denedim, böylece barışa katkım
olacaktı ve eski edebiyat ile yenisi arasında aracı olarak etki edecektim.
Edebiyat gittikçe nesnelleşince şairin ve çağımız insanlarının acılarını,
umutlarını ve sıkıntılarını -hep klasikçilerin gelenekleri ve ışığı altında-
ifade etmeyi kararlaştırdım. Bununla ilgili olarak Paul Valery’nin genç bir
şaire yazdığı belli, ama hemen hemen bilinmeyen bir önsözünü düşünüyorum:
“Charmes”ın şairi Andre Caselli’ye “dizelerinizden memnun olmamanız için sebep
yok. Ben onlarda mükemmel kalite tespit ettim, bunlardan birisi benim için çok
önemli: Ezginin doğruluğunu kastediyorum; bu, şarkıcıya ses perdesinin
doğruluğu (renginin) ne anlama geliyorsa şair için de o anlamı ifade eder. Bu
hakiki ezgiyi koruyunuz. Şiirinizde buna işaret etmeme ve bunu övmeme
şaşırmayınız. Ama en büyük zorluk işte buradadır. Zorluk, bu ruhun doğru sesini
sanatın yasası ile birleştirmekle yatar. Gerçekten kendisi ve çok sade olması
için çok büyük beceri ister. Ama bunda beceri tek başına yeterli olmaz.”,
diyor.
Kendi açımdan ben bu gerçek ezgiyi, sesin bu hakikiliğini ve sadeliği hep
korumaya çalıştım: düş, şiirselliğe zarar vermesinler diye yeterince içime
akıttı onları. Günümüzde şiir ve düzyazıdaki çılgınlıklar öylesine büyük ki,
böyle bir delilik bana artık hiç de cazip gelmiyor; bu çılgınlığı yönlendiren
ve ona akıllı görünümü veren belli bir akıllılıkta, kendi haline terkedilmiş
bir sarhoşlukta olduğundan daha çok baharat ve hatta daha çok hardal tadı hissediyorum.
Her şiirsel yaratımda mutlaka sarhoşluk payı var, ama bu çılgınlığın
etkisiz ya da zararlı artıklardan ayrılması gerekir ve hem de çok tatlı bir
müdahaleyi gerektiren büyük bir titizlikle. Kendim bunu sadece sadelik ve
saydamlık yardımıyla başarıyorum, kendi esas düşüncelerime dayanana ve en derin
şiirimi açıklayana kadar. Ben doğaüstü olanın doğal olanla kendini eşitlemesi
ve bir pınar gibi akması (ya da en azından bu görüntüyü vermesi) için ve ifade
edilemeyeni, kökenini harikuladelik içinde kaybetmeden tanıyalım ve alışalım
yönünde etkili olmak için çaba harcıyorum.
Şairin elinde iki pedal var; açık olanı ona saydamlığa kadar gitmesine
izin verir, koyu olan ise girilmez yere kadar uzanır. Olasıdır ki ben koyu
pedala çok ender bastım. Eğer gizlemeyi istiyorsam, bu tamamıyla çok doğal
olarak cereyan eder, keza şiirin peçesiyle -öyle sanıyorum. Şair çok kez
hararet dolu karanlık içinde çalışır. Ama soğuk demircilik yapmanın da
yararları var. Net olduğu için daha büyük cesaret sağlar bize. Günün birinde
kaçamak bir dalgınlık ve daha sonradan kavrayamayacağımız kontrolsüzlük durumu
üzerine olduğu gibi tartışmak zorunda kalmayacağımızdan eminiz. Bu düşünsel
aydınlığa, yapım itibariyle karanlık oluşumdan çok daha fazla ihtiyaç
duyuyorum. Benim için başlangıç durumunda belli bir karmaşıklığı olmayan şiir
yoktur. Onu yaşam gücünü bilinçsizlik içinde kaybetmeden büyük açıklık içinde
elde etmeye çalışıyorum.
Yabancı unsurlara intibak edip insan vücudunun sıcaklığını alırlarsa izin
veriyorum. Burada bir ya da daha çok kırık çizgilerden düz çizgi oluşturmaya
çalışıyorum. Belli şairler sık sık çılgınlıklarının kurbanı olurlar.
Kendilerini gevşekliğin zevkine kaptırıp şiirin güzelliği için hiç de özen
göstermezler. Ya da -başka bir benzetme yapmak gerekirse- kadehlerini ağzına
kadar doldurup bu arada okuyucularına ikram etmeyi unuturlar.
Ben bayağılık korkusunu hemen hemen bilmem, ama pek çok yazar bunun
etkisi altındadır. Oysa beni bunun yerine özelliğimin anlaşılmaması duygusu
rahatsız ediyor. Şiirsel sırla kutsanmış olan uzman kimseler için yazmıyorum;
şiirlerimden birini duyarlı bir insan anlamayınca bu içime her defasında dert
olmuştur.
Mecaz, şair için karanlığı aydınlatan sihirli lamba demektir. Yazar,
şiirin kalbinin çarptığı merkeze yaklaşınca lamba aynı zamanda aydınlanan üst
yüzey haline gelir. Bir imgeden diğerine geçiş aynı zamanda şiir olmalı. Yoruma
gelince, onun şiirsel olmadığı iddia ediliyordu. Bu iddia, mantıkçıların
anlayacağı biçimde bir açıklama ise o zaman isabetlidir. Düşten taşan anlamlar var;
bunlar şiirsel ortamı terketmeden kendilerini belli ettirebilirler.
Bu yolla şair bütün şiirin iç ilişkisi ve kolay anlaşılır olması için
gayret edebilir; şiirin yüzeyi açık ve saydam olacaktır, ama bu sırada mistik
yönü derinlere kaçar. Yazdığım şiirden imgeleri düzenleyip doğru biçimde akord
etmesini beklerim. Şiir benim iç düşümde yüzdüğü için ona ara sıra anlatım
biçimi vermeyi düşünmem. Anlatıcının mantığı şairin dalgalanan düşlerine
bekçilik eder. Şiirin bütünündeki bu gerilimli ilişki onun büyüsünü bozmaz,
aksine temel oluşumunu sağlamlaştırır. Anlatıcı bendeki şairi gözetliyor
diyorsam bu, edebi türler arasındaki farkı gözden kaçırıyorum demek değildir.
Anlatım düz çizgi üzerinden bir noktadan öbürüne giderken şiir -genel olarak
anladığım gibi- yoğunlaşan ortamlarda gelişir.
Ben yaşamı boyunca gözünde pertavsızla çalışan saatçi bir ailenin
üyesiyim. Eğer bütün şiir gözümüzün altında harekete geçecekse en küçük
yayların bile yerine oturması gerek.
Yazmaya başlamak için ilham gelmesini beklemem; onun üzerine gitmek
suretiyle yolun yarısından fazlasını katetmiş oluyorum. Şair emir altında yazar
gibi çok ender anları bekleyemez. Bana öyle geliyor ki, onun da bilim adamının
işe başlamadan önce ilham beklemediği gibi yapması lâzım. Bilim öz tevazu için
bu anlamda mükemmel bir okuldur, en azından tersi söz konusu olmadığı sürece;
çünkü bilim, insanın sürekli yeteneğine güvenir, sadece birkaç eşref saatine
değil. içimizde ince bir sis perdesi arkasında bir şiir beklerken hiçbir şey
söyleyemediğimizi ne kadar çok da düşünürüz. Şiir içimize doğsun diye günlük
rastgele gürültüyü kesmek için bu kadarı yeter artık.
Stendhal, yazarların sadece ve sadece sebat etmelerine güvenirdi. Bunu
yaparken uzun bir huzursuzluk sonucu ortaya çıkmış istek dışı eşek inatlılığı
düşünmüş olması olasıdır. İlham olarak kabul edilen şey, bilinçsiz ve çok
eskilere dayanan bir sebatın ürünüdür; bu sebat günün birinde meyvelerini
verir. Bizim çatı penceresi gibi bir yerden içimizde normalde görünmeyen bazı
şeyleri görmemizi sağlar.
Aşırı özgünlükten yana değilim (bir iki parlayan istisnalarla birlikte,
Lautreamont ya da Michaux gibi); klasik yazarlarımızda olduğu gibi daha az
bilinçli bir özgünlüğü yeğlerim.
Sözcükleri mücevher gibi işlemeyi beceren belli şairlerin mükemmel
örneklerine karşın çoğunlukla sözcükleri düşünmeden yazarım, hatta
düşüncelerimi ya da daha çok şiirin ortaya çıktığı düşünce ile düş arasındaki
geçişi daha çok daraltmak için onların varlığını unutmaya zorlarım kendimi.
Burada söz konusu olan şairane düşünce değil, daha çok ona mümkün olan uygunluk
ya da gerçekten bunun istenmesidir. Yaratma duygusu -en azından benim
duyumsadığım kadarıyla- burada arka sayfada göstermeye çalışmıştım, hem de Jean
Pulhan’ın Nouvelle Revue Française’deki anketine verdiğim cevapta. (Burada söz
konusu olan bu dolulukta ender duyumsadığım kendinden geçmenin liriksel
durumudur; önceki sayfaların gösterdiği gibi yazabilmek için böyle bir
uzaklaştırmayı beklemem gerekmiyor.) “Bende ilham kendini genelde her yerde
aynı zamanda olma duygusunda gösterir, hem mekânda hem de kalbin ve düşüncenin
çeşitli bölgelerinde. Buna göre şiirse durum bende belli büyüleyici karmaşadan
ortaya çıkar, düşüncelerin ve imgelerin yaşam bulmaya başladığı ve kesin
biçimsel sınırlarından vazgeçtikleri, ister başka imgelere atlamak için olsun
-bu alanda ayırım yoktur, hiçbir şey gerçekten uzak değil-, ister derinlere
dalan ve onları belirsizleştiren değişiklikleri duyumsamak için olsun. Düşlerle
karışmış akıl için zıtlıklar gerçekten yok artık: olumlu yanıt ile olumsuz
yanıt, geçmiş ile gelecek, ümitsizlik ile ümit, çılgınlık ile usluluk, ölüm ile
yaşam, bunlar bir araya gelir. Şimdi iç şarkı dile gelip uygun sözcükleri
seçer. Aydınlığa çıkmak için zorlayan karanlığa yardım olsun diye kendimi
yanılsamaya bırakırım, bu sırada önce derinlerden yukarı çıkmak için sabırsızca
mücadele etmiş olan imgeler canlanıp kâğıt yüzeyinde otururlar. Bu duruma
geldikten sonra ne yapacağım daha netleşir: tehlikeli güçler yarattım, bunları
efsunlayıp varlığımın temelinin müttefikleri yaptım.”
Pulhan bana meseleyi ortaya koyma biçimimin bizzat düzyazı bir şiire
yaklaştığını söyledi. Bunun sebebi çoğunlukla düşüncelerimle imgeler dünyasının
sadece önlerine kadar gidiyor olmamdır. Eğer -kendine uygun- imge, kavramdan
daha az doğru ise, o zaman onun yerine daha büyük yansıma gücü olur ve
bilinçsiz olanın daha derinlerine nüfuz eder. Şiirde imgeyi somutlaştıran işte
budur, bu sırada az çok formül haline getirilmiş kavram, sadece anlaşmaya
hizmet edip şiirin derinlerden yavaş yavaş yukarı çıkıp başka bir imge halini
almasına yardım eder.
Benim şiirimde biraz olsun insancıllık varsa bunu verimsiz topraklarımın
bakımını denenmiş gübre ile, acı ile, besliyor olmam açıklar belki. Belki de
şiirimi cansız kılan bu ardı arası kesilmeyen donuk çekingenliktir. Vücutla ya
da düşüncelerle acı çekmek demek, kendini düşünmek, kendi ben’ine yönelmek
demektir. Onun istencine karşı bir şekilde kendini düşünmek, sefalet içinde
bulunmak ve büsbütün açıkta kalmak anlamına gelir. Çoğunlukla kendi içimde
duyumsadığım korkunçluklarla boy ölçüşmekten az çok korkmuşumdur. Bunları
diğerlerinden daha zindeleştirici bir etki bırakan yalın ve günlük sözcüklerle
yumuşatırım. (Bizi çocukken büyük korkularımız karşısında sakinleştiren bu
kelimeler değil mi?) Duyulmamış olanın kendini çoğunlukla korku belirtisi
olarak gösteren zehrini tarafsızlaştırmak için onların çoğunlukla denenmiş
uslulukları ve dostlukları üzerine kurarım. Usluluğumun çoğunu belki de sık sık
kimi delilikleri bastırmak zorunda olmama borçluyum.
Şiirde (en azından kendi şiirimde) çok fazla şatafatı sevmem. Onu uygun
ve kendi parlaklığını birazcık dağıtmış olarak görmek isterim. Eğer olması
gerekli ise mucize güvercin ayaklarına yaklaşmalı ve dokunduktan sonra aynı
şekilde geri çekilmeli. Bizi darmadağın eden karmaşık ve garip duyulan vazgeçme
noktasına kadar geri itmek hoşuma gidiyor. Üstelik bir şiirdeki belli düzyazı
cümlelerin ortaya koyduğu merkezi güce çok değer veririm (bunun için doğrusu
bunların doğru ses sırasını izlemeleri ve ritimleri tarafından taşınmaları
gerekir). Bunun gibi cümleler doğallıkları sayesinde trajik anlarda fevkalâde
heyecan verici olurlar. Victor Hugo “leş noirs chevaux de la Mort” gelmekte olduğunu
duyunca iki tane basit düzyazı dizeyi ekler (ama bunlar tanrısal ses
sıralamasından ve yine aynı ritimlerden oluşuyor):
Je suis conıme cehil qui s’etant trop hâie
Atteud sur le ehemin que la voititre passe.
Çok değişik biçimleri kullanıyorum: vers reguUers (ya da hemen hemen onun
gibi); içimde kafiye ihtiyacı belirince uyaklaşan kafiyesiz dizeler; vers
libres; ritmik düzyazıya yaklaşan özdeyişsel kıtalar. Benim için doğallık
önemli olduğunda önceden hangi biçimi kullanacağımın planını yapmam. Seçimi
kendisi yapması için bunu şiirime bırakırım. Ama bu, tekniğin küçümsenmesi
anlamına gelmez, daha çok onun esnekleşlirilmesi demektir. Ama ya da, en iyisi
sadece her şiirde kendini sabitleştiren ve onun “şarkısıyla” uyum içine giren
hareketli tekniktir. Belki de bu yine buluş için büyük bir hareket alanı
sağlar.
Ars poetica1 her şaire kendini gösterdiği şiir biçiminin boşboğaz
övgüsüne az çok fırsat verir. İşle bundan dolayı Verlaine vers inıpairs, buna
karşın Valery klasik tarza ve Mallarme’nin tarzına göre vers réguliers önerir,
Cİaudel ise veciz kıtayı. Benden önceki ünlülerin aksine çeşitli heveslerimi
büyük saflıkla ortaya koyduğumdan ve düş görme ile aynı olan kayıtsızlığımdan
dolayı bağışlanmamı isterim. Tam bilinçlenmeden yazmayı severim ve bunu büyük
bir hevesle, sanki doğanın bütün işi kendisi yapıyormuş gibi göründüğü bahçede
yaparım. Elbette ki açık yerler, geniş sınırsız alan, insanın dikkatini
toplamasını zorlaştırır. Ama bahçe çitle çevrilmiş ise hava ve yer yönlendirici
düşünce yıkanmasına olanak verir, bu ise kendi açısından şiirin, gölgenin ve
serinletici tazeliğin dostudur.
Her şairin kendi sırları var. Benimkilerden birkaçını, o çift kişiliği
açıklamak suretiyle size anlatmaya çalıştım; o -gölgede saklanmış-bizi
gözetliyor, bizi onaylıyor, ya da yeni yazdığımız kâğıdı yırttırıyor. Ama bizim
en önemli sırrımız hakkında size hemen hemen hiçbir şey anlatmadım, -dıştan-
yargılayabilmek için şairde bulunan ve kendini ondan hiçbir zaman tamamen
ayıramadığı mistikten. İsterim şiirlerimde bu sır bir sığınak bulmuş olsun.
Jules
Supervielle
Çeviri: Hüseyin Salihoğlu
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|