Şiir, Şiir, Şiir / Prof. Dr. Ahmet İnam
Şiir,
Şiir, Şiir
Meselâ, şiir nereden başlar? Nerede biter? Nerede bulunur? Peki, nedir
şiir? Sadece bir edebî tür mü, yoksa ondan fazla bir şey mi?
Elbette şiirîn hikmetinden sual olunmaz. Şiir, uzam ve zamanda yer alan
bir nesne gibi bilinemez. Salt bir düşünce de değildir. Derrida’nın deyimle bir
“belki” ırmağında bulunur. [1] Belki ırmağında
örneğin, “yaşam tiksintisi” [2] duyanlar, yaşamdan
uzak kalmak isteyenler bulunur. “Belki” bir kenosis’dir.
[3] Boşluk açmaktır; alışılagelen pılı pırtı bakışları, düşünceleri bir kenara
iterek, yeni bir anlama alanı, yaşam alanı [4] açmak.
“Ayaklarım nereye basıyorsa baba yurdu oradadır” [5]
diyenlere karşı. Şiir bir baba yurdu değildir!
Şiir küre çatma anlamında bir “belki”! Dünyaya, şiir küreler çatmak
gerek, şiiryuvarlar! Dünya, şiiryuvarlar içre solunursa dünyadır. Ayağımın
bastığı yer nasıl vatanım olabilir? İçinde 1. Yârim 2. Şiir küre yoksa? Dünyayı
yuvarlayıp küreselleştirenler, “yâr”larını unutuyorlar. Hiçbirinin yâri yok
çünkü. [6]
Şiir bir yurt tutma işidir, Heidegger’e yakın anlamıyla: Bir oikêsis dir.
Yâriyle yurt tutar insan. İçindeki dışındaki yâriyle. Yâr şiiri besleyen bir
erktir, güçtür, enerjidir. Erôs’tur, libido’dur, wille’dir. Yâr, küreye
yuvarlanmış insana cinsel nesnedir, yatak arkadaşıdır. Şiiryuvar yoğun bir
dünyayı ayakta tutan bir güç kaynağıdır oysa, “belki ırmağında” yürürsek. Pılı
pırtı, ıvır zıvır [7] dünyasının zıppırları olan
entelektüeller, dünyayı kavramlara, sözcüklere boğarlar.
[8] Sözcüklerin çökeltisi altında, canı çıkmış dünyada, şiiryuvarlar
çatamazsanız!
Şiirin geldiğini ayak sesinden anlarız. Ivırla zıvırla dolu dünyada bu
ses duyulmaz! Fizikte olduğunun aksine, şiirin ayak sesleri ancak boşlukta
duyulabilir! Şiirin sesini ileten ortam boşluktur. Oysa, tıklım tıklımdır
dünyamız, hınca hınç doludur. Bu boşluk yokluğu, bu tehî olmayan dünya, şiiri
buyur etmez. Şiir bir eldir, yabancıdır, itilir sınır kapılarından dünyanın.
Şiire karşı bu düşmanlık [9] , onun
yeryüzünde “mevzûn, mukaffâ” söz olarak anlaşılmasına yol açar. Kapıdan
kovdukları şiiri, bacadan manzume olarak alırlar, kendilerine şair diyen zıppırlar!
Arada bir düştükleri geçici boşlukları şiirsel boşluk sanırlar. Orda değildir
oysa şiir. Şiir yurt tutabilmek [10] için “kalıcı” [11] boşluklar ister.
Şiire belki ırmağından gidilir. Bu ırmakta yürünürse, görülür ki
içimizdedir şiir!
Unutma, içimizde çoğu zaman
Ateşli bir şiir vardır uyuyan. [12]
Şiir ateşlidir. Yârin ateşidir, ateşi. Öteki’nin ateşi! Batı kültürünün
öteki’si, Levinas’da doruğuna varan biçimiyle, Yahudi-Hıristiyan gelenekten
izler taşıyarak, bizim dilimizdeki şiir kürede yâre dönüşür! Dolular âleminin
zıppırları yârin peşinden gitmeyi budalalık sanırlar. Şâir bir budaladır,
boşlukta duyduğu ayak seslerinde dolayı belki de!
Kolla düşlerini:
Bilgeler budalalar kadar güzel düş göremezler.[13]
Yüreğimizin bağ bozumu sürekli olarak gerçekleştiği için şiirle, sürekli
hasadı alındığı için gönlümüzün, hasta derler bize, biz şâirlere. [14]
Kalbimiz bir kez bağ bozumuna uğradı mı
Sayrıdır gayri yaşam. Bilsin herkes bu gizi.
[15]
Sayrı olan, sağlıksız olan bu vıdı vıdı dünyadır. Gönlümüzden hasat
alınmasına, şiir devşirilmesine dayanamaz. Şâiri manzumeci yapar. Manzumecilere
sözde saygı gösterip, “çok büyük ruhlular” [16]
dese de, onların kötülüklerinde de büyük olabileceklerini düşünür.
Çok büyük ruhluların çok büyük kötülüklere, çok
büyük iyilikler kadar güçleri yeter. [17]
Bu denli güçlü olan şâir ruhu, şiirin oyuncak olmadığını bilir.
Şâirlik zordur, şâiri susturmak zordur çünkü. Şâiri susturamazlar, onun anası
sütsüzdür. Sütü olmayan bir anadan, boşluktan, hiçlikten emen şâiri hiçbir
ninni susturamaz. Mehmed Hasib Dûrrî (1844-1915) söylüyor:
Şâirin şi’rine eyler kuberâ istihzâ
Lu’b-i sıbyan mı sanırlar acabâ bu fenni
Mâderi sütsüz olan tıflı avutmak müşkil
Sesi kesmez ne kadar dense de neni neni
“Erbâb-ı teşaür çoğalıp, şâir azaldı” dermiş Muallim Nâci. Teşaür,
şâirlik iddiasında bulunan, şiir kurnazı, zorluğu yaşamadan şiir tavrını
gerçekleştirmeden şâir olmaya kalkandır.
Şâirlik zordur, şiir zor. Boşluktan söz devşirmek.
Her şey zor! Acı öyleyse,
Sen herkesten çok şâire
Amacı coşkudur çünki,
Çünki en zor iş onunki.
Affet şâiri, şiiri! [18]
Şiirin zor, şâirin zor olduğu anlaşılsa da, şiirin, şâirin ne olduğu
anlaşılmamıştır.
NELİĞİ ÜSTÜNE ŞİİRİN
Şiir bir varoluş biçimidir. İnsan dünya gezegeninde varlığını, nice
zorluklarla da olsa, sürdürebildi; bir anlamda da sürdürebiliyor. Karnını
doyurabiliyor, neslini sürdürebiliyor. Bir ölçüde doğal felaketlerle,
kıtlıklarla baş edebiliyor, oldukça çok fire verse de bu kavgasında. Kendi
kendisiyle savaşıyor, kendi kendini kırıp geçirebiliyor.
Tutunuyor ama sonunda. Hâlâ bu gezegende var. Tutunma bilgisini
geliştiriyor, bilimde, tıpta, teknolojide bilgisini genişleterek; daha güçlü
tutunmaya çabalıyor.
Mağarasında yaşarken, ava çıkıyor, çevresiyle kavga ediyor,
tutunuyor, türünü sürdürebiliyordu. Tutunma kültürü, bu gezegendeki binlerce
yıllık tarihi içinde insanı var kıldı. Tutunma kültürü bugünde bugün de
egemenliğini sürdürüyor. Yarışmacı, neoliberal düzende, insan tutunmak için
koşturup duruyor.
Şiir bu tutunma kültürünün dönüşmesiyle ortaya çıktı. Karnı doymuş
mağara insanı, cinsel açlığını da biçimde giderdikten sonra ya da bu açlığın
yarattığı enerjiyle, belki de mağarasından, yeni doğmuş aya bakarak, belki de
kuşluk vakti çiçek açan ağaçları alaca karanlıkta fark ederek ilk çığlığını
attı: yere göğe inledi: Şiir, bir kültür olarak, bir tavır, bir yaşam biçimi
olarak bu inlemeden çıktı.
Şiir kültürü, tutunma kültürü içinden, tutunma kültürü sonrası
doğdu: Ardından iki yeni kültürü doğurdu: Anlam ve bezeme kültürünü.
Tutunma koşuşturması içinde attığı çığlık, onu türkülere, müziğe
götürdü. İçindeki duygu ve düşünce güçlerini uyandırdı. Bu koşuşturmanın
anlamını aramaya başladı. Kimi yerlere, kimi nesnelere, kimi insanlara
kutsallık atfetti. Değerlerini oluşturmaya başladı. Dili, düşünce ve duygularının
gelişmesiyle gelişti. Demek ki şiir dilden önceydi, bir çığlıktı, bir böğürme,
bir homurtu. Dil şiirden sonra doğdu!
Kendini ifâde etmeyi denedi, bu arada. Tutunma kültüründen, şiir
kültürüne, oradan anlam ve bezeme kültürüne geçişte, duvarlara resimler yaptı,
onlara büyüsel anlamlar verdi, büyüyle “kerâmetler” gerçekleştirmeye çalıştı.
Dünyayı araçlarla bezedi. Araçları tutunma kültürünü geliştirmek için
kullanırken, verdiği anlamlarla yeryüzünde evler, tapınaklar yaptı, totemler
yarattı! Ahlâk ve estetik kaygıları gelişti, bu gelişmeyle değerlerini daha
belirgin kıldı; dilini, müziğini, resmini, heykelini, mimarîsini, şehirciliğini
geliştirdi; anlam ve bezeme kültürü giderek tutunma kültürüyle bütünleşti.
Bu dönüşümleri sağlayan şiiri, tutunma, anlama ve bezeme
kültürleri, kendi içlerinde çoğu zaman gizil olarak, arada bir de şiir olan
yapıtlarla, yaşamlarla, tutumlarla etkin bir biçimde hep taşıdı. Şiiri, tutunma
yoğun bir yaşam içinde ürün olarak anlamaya başladı, onun bir tavır, bir duruş,
bir algılama olduğunu unuttu çoğu kez. Müziğe kattı şiiri, türkü söyledi;
resimlere, heykellere kattı, büyüsel bir kılık verdi şiire, inancına kattı.
Dinsel ayinlerde, tapınmalarında kullandı. Kutsal saydığı metinlerin diline
işledi.
Tutunma yaşamında bilgisini yığma bilgi olarak kullandı çoğu zaman
hâlâ da öyle yapıyor. Bilgisini süzmeye başladığında, anlam kültürünün
etkisiyle “hakîkati” aramaya başladı. Bilimi ve felsefeyi oluşturdu. Unutmayalım,
yığma bilgiyle hakîkat aranmaz [19]
BELKİ IRMAĞINDA ŞİİR YOLCULUĞU
Şiir, yaşanan dünyaya belli bir duruşla başlar. Duruş olan şiir, şiir
yolculuğunun başında durur. Şiir âleminin kapısıdır. Şiirin, salt bir edebî
ürün olmadığını söylemiştik. Bir insan şiir olabilir: Bir yaşam. Yaşamının,
kendinin şâiri olabilir insan. Bu, deyim yerindeyse eko-genetik bir
niteliğidir, potansiyelidir insanın. Gücüdür. Çevresi ile bedensel yapısının
etkileşimi içinde ortaya çıkmış bir özelliktir.
Mağara insanı, bir çığlıkla, bir inlemeyle, bir feryatla duyurmuştu,
şiirsel duruşunu dünyaya. Bir duruş olan şiir, insanın bedeninden yayılır,
duygu ve düşüncelerini etkileyerek çevresine.
Belki olanağını keşfeden insan, tutunma kültüründen, kendine yeni bir
kapı açtı. Duruş olan şiiri gerçekleşti, dünyayı, kendi içinden, bedeninden,
duygularından, aklından, ilişkilerinden, çevresinden süzerek geçirdi. Bu,
dünyayı, kendini süzgeç kılarak süzme, ona, anlam kapılarını, dünyayı ve kendini
(kendisi dünyadır zâten!) bezeme pencerelerini açtı. Kendini kendine, dünyaya,
çevresindeki gerçekliği şiirden geçirerek takdim etme, sunma olanağını buldu.
İnsan, kendini şiirlemeyi, şiir olarak takdim etmeyi öğrendi.
Duruşuyla kendini arındırdı tutunma yoğun yaşam doluluğundan; boşalttı
içini kaplamış tutunma dünyasını, içinde ve dışında kendine yer açtı.
Olanaklarını araştırdı. Açılan yere, tutunma yoğun bir yaşamda edindiği
dilinin sınırlarını zorlayarak, düş gücünün yardımıyla, farklı olanı koymayı
denedi. Farklı olanı araştırdı. Kendi kültürünü, destanlarla, türkülerle,
tutunma yoğun kültür içinde şiirin bu farklı duruşuyla besledi. Söylencelerini
masallarını kurguladı. Şiir duruşuyla kendine, ilişkilerine, diline, duygu ve
düşüncelerine, bedenine farklı bakmaya çabaladı. Kendine, kendini anlatacak ifâde
aradı şiirle! Bir duruş olan şiir, kendini edebiyatta, seyirlik oyunlarında,
resimde, heykelde ürünler olarak gösterdi. Tutunma dünyasının ifâde
biçimlerinin ötesinde ifâde yollarını keşfe çıktı.
Şiirsel takdim, şiirsel bezeme, şiirsel kendini ortaya koyuş, tutunma
kültürü dışında anlama yolları açtı ona. Bedenindeki oynama dürtüsüyle
birleşince tutunma dünyasında kendini sınırlayan etkilerden kurtulmayı denedi;
bakışında, kavrayışında, anlayışında özgürleşmeye çalıştı. Homo ludens, oyun
oynayan insan, şiirleyen insanla örtüştü. [20]
Şiirleyen duruşuyla insan, belki ırmağında yol almaya başladı, dilin
sınırlarında dolanmayı denedi. Dilin olanaklarını keşfe başladı.
Böylece yola düştü. Bir duruş olan şiirden, bir yola düşme, yola çıkma
olan şiire doğru ufuklarını genişletmeye çabaladı.
Belki ırmağı onu beri âleminden, bu tarafta olan dünyadan, ötede olan
dünyaya doğru taşımaya başladı.
Yola düşme olan şiir süresi, dinleme tavrı, becerisi, eylemi ile
gerçekleşir. Dinleme, kendini, kendindeki sesi, evrenin doluluğundan, o
doluluğun içinden gelen sese açar insanı. Dinleme insanın sabrını dener. Dinleme
insanın kalıplarını kırıp, tüm bedeninin, duygularının ve aklının kulak
kesilmesini ister. Oysa tutunma yaşamı içindeki insan, içini savunma
mekanizmasıyla, alışkanlıklarıyla, kendini koruyup, sürdürmeye yarayan taktik
ve stratejilerle donatmıştır. Bu doluluk, onun dinlemesini, kendini kollamayı
bırakıp dinlediğine kendini açmasını, adamasını engeller. Bundan dolayı duruş
olan şiirle başlamak gerekir: Duruş olan şiir boşaltır yer açar çünkü. Bu
açılan yerin boşluğunu taşıyabilmek zordur, insan boşluğa kolay kolay
katlanamaz, belki bir yansıtma (projection) mekanizması sonucu doğanın da
boşluktan kaçtığını söylemiştir. [21] Oysa,
Lucretius’un bir başka bağlamda söylediği gibi [22]
gösterir ne çok daha az boşluk var içeride
[23]
sözü, içinde boşluk bulamayan, içindeki pılı pırtı doluluğuna şaşan
insanın sözü olmalıydı. İçinde şiiri alacak boşluk olmayana şiir gelmez. “Ne
çok daha az boşluk” olduğunu görünce, boşluk azlığını görünce kahrolan insandır,
şiir duruşundaki insan. Belki yukarıdaki dizeyi
gösterir ne çok boşluk azlığı var içeride
diye yorumlayabiliriz! İnsanın boşluktan değil, boşluk azlığından
korkması gerekir. Nedense tersi olmaktadır. Boşluğa dayanması için tutunma
kültürü içindeki insanın sabır gücünün son derece gelişmiş olması gerekir,
belki ırmağındaki yolculukta. Evrenin sesine, varlığın, yokluğun sesine açılan
bir kulağın korkusu, yalnızlığı, çok şiddetli olabilir.
Burada Doğu hikmetinden alınacak dersler vardır: “Belki” yaşantısı şiir
yolculuğunda yumuşaklık (docilité, soumission) gerektirir. Uslu olmak, teslim
olmak, boşlukta boşluk olmak, varlıkta varlık.
Yola düşen, yeterince direnir, sabır ve yumuşaklığını (itidal!)
koruyarak, içindeki ve dışındakini dinlemeyi bilirse, üçüncü aşamada dönüşmeye
başlar! Dönüşüm bir coşku ve isteme gücü oluşturur. Buradan dördüncü aşamaya
sıçranır. Bir geçiş olan şiire. Bu dünyanın, bu dilin, bu düşünme biçiminin
ötesinin kapısı aralanır. Beride olan dünya ile vıdı vıdı dünyası ile ötede
olan dünya arasında belki ırmağı boyunca şiir durur! Geçiş aşamasında dönüşmeye
dönüşen, sürekli dönüşme olan bir yaşama varılır. Dünya salt bir dönüşme
kesilir. Şiir, dönüşmeye durur.
Bütün bu ırmak boyunca yaşanan şiir serüveni ürüne dönüşürse, bu ürünler
ne olarak çıkar önümüze?
Sanat yapıtı olarak çıkabilir. Düşünce yapıtı olarak da, sanatta,
edebiyatta, bilimde, felsefede.
Bir tavır oluşumu olarak kendini ortaya koyabilir şiir. Tavrımız şiirsel
bir ürün olarak sunabilir kendini. Bir karakter oluşumu da olabilir. Şiir olur
insan. Şiirleyerek kendini. Nihayet, bir yaşam biçimi de olabilir şiirsel ürün:
Yaşama biçimimiz şiir olabilir.
ŞİİR ve HİKMET
İnsan yaşam karşısında savrulan bir varlık. Çoğu zaman, savrulmayı
istemediği hâlde savrulur. İtilip kakılmak, sürüklenmek istemez. Değişik
kültürlerdeki hikmet, yaşam deneylerimizin süzülerek, içselleştirilerek
düzenlenip, kuşaktan kuşağa sözel ya da yazılı olarak aktarıldığı bilgiler
yumağı olarak, karşımıza kendini bilen, olgun, onurlu insan tipi çıkarıyor,
örnek insan beklentisi içinde. Örneğin, bizim kültürümüzde rastgele seçeceğimiz
şiir formunda bir örnekte bunu görebiliriz.
Ne olurdu beni dünyâya gelirken yâ Rab
Âlim ü kâmil ü fâzıl olarak halk etsen
Kimseden etmez idim şimdi temennâ-yı edeb
Beni meşmûl-i fezâil olarak halk etsen [24]
Kendi kendine yeten, erki kendinde bulunduran, nâmerde muhtaç olmayan
bilge tipi, özellikle Stoa felsefesinin beslediği Roma kültüründe pek etkindi.
Hikmet, bizim kültürümüzde Allah’tan başkasına muhtaç olmayan, kâmil insanların
oluşumunu öngörür. Örneğin, aşağıdaki gibi sözler bir zaman evlerimizde, hat
sanatının incelikleriyle yazılarak duvarlarımızı süslerdi:
Yarab, beni muhtacına muhtac itme,
Muhtac isem ancak sana muhtac olayım.
Peki, bu kemâle ermeye çalışan insanın çabasında şiir nerede durur?
Öl ve ol: Gerçek bu al!
Ya bil sen bunu ya da
Zavallı bir konuk kal,
Bu karanlık dünyada. [25]
Goethe, Doğu’nun sesini duymanın heyecanıyla tavrını almıştır: Öl
ve ol! Şiirin belki ırmağında duruş, yola düşme, dönüşüm ve geçiş evrelerini bu
dörtlüğün içinde çarpıcı biçimde görüyoruz. Hikmet şiiri, şiir hikmeti
yoğuruyor. Duruş olan şiir, bir ölümdür, bir boşluktur, bir hiçliktir çünkü. Bu
dünyanın vıdı vıdısına, pılı pırtısına sahip çıkma tavrını yok ederek, ölerek,
ırmağa düşebilir, yolculuğa başlayabilirim. Tasavvufun odağını oluşturduğu
hikmetimizin, başka bir kültürdeki şiir tarafından şiir ırmağına konularak,
şiirsel yolculuğa çıkılması ilginçtir.
Şiirin hikmetinden sual olunmaz demiştik; elbette, hikmetin
şiirinden de sual olunmamalıdır. Bunlar birbirlerini besleyebilir,
güçlendirebilir, örneğin Yunus’ta olduğu gibi.
Bizim kültürümüzde şiirin kerâmet sayıldığı olmuştur. Örneğin Hacı Bayram
Velî, “nazm evliyanın keramatındandır. Zorla değil, hâlle söylenir,
görünüşündedir.” [26]
Şiiri hikmeti taşıyan önemli bir olanak olarak görmektedir. Örneğin, Nâbî
şöyle diyor:
Hikmetâmîz gerektir eş’ar
Ki meâli ola irşâda medâr [27]
Oysa Mevlânâ Nefahat’ında şöyle diyormuş:
Şiir de nedir ki ondan laf edeyim
Şâirlerin hünerlerinden başka bir hünerim var benim [28]
Şiir hikmetin hizmetçisidir, hikmet şiirden fazladır, Mevlânâ’ya göre.
Şiir, cilâlı boş sözlerden oluşmuşsa, bir söz yığını ise, zâten şiir
değildir, bu yazının çerçevesi içinde. Bundan dolayı Divân-ı Lügât-it-Türk’de
şöyle deniyor. (I, 419)
Bulmaduk neng-ke sevinmeng
Bilgeler anı yirer [29]
Şiir yitirdiğimiz şeyleri bulma taklidi olamaz. Boş söz olamaz, olursa
hikmet sahibi kişiler bunu eleştirirler. Bilgeler, şiirin hikmet, hikmetin şiir
olmasını ister. Elbette, Mevlânâ’nın öngördüğü gibi hikmet şiirden fazladır,
şiir dışında da kendini ortaya koyabilir: Bilimle, dinle örneğin.
SÖZ
Şiir sözden önce vardı demiştik. Şiirin söze önceliğinde, bedene,
doğaya daha yakın olması özelliği bulunur. Söz, gelişen tutunma kültürünün
önemli bir aracı oldu. Aynı zamanda söz, şiirle oluşan dönüşüm sonrasında,
şiiri taşıdı, devamını sağladı.
Eski Yunan kültüründe epos, Homeros’un metinlerinde, duygusal
açıdan etki yapmayı, ahlâkî niyetlerimize seslenmeyi amaçlayan bir söz olarak
geçer. Şarkıyla söylenen etkili sözlerdir. Söz, bu anlamıyla, geleneği,
geçmişi, geleceğe taşır. Sözün etki gücü duygularımıza, duygularımızla
yaşadığımız ahlâk ve estetik yaşama yöneliktir. Batı kültürünü örnek aldığımızda,
söz, başlangıçta, tutunma yaşamının yanı sıra şiirin de hizmetindeydi. Dinin
sözü ele geçirmesi, şiirin sözü yakalamasından sonra gerçekleşti. İnanma,
güvenme, bağlanma gereksinimimiz kökeninde tutunma yaşamında yer alır. Bu
gereksinimin tinsel boyutu şiir tutumuyla ortaya çıkmıştır. Şiirsel duruş,
kalıpları kırıp öteleyen tavrıyla tinselliği doğurmuştur. Zamanla kokuşan
tinsellik, kaynağındaki şiiri yadsımaya çalışmıştır. (Örneğin Platon’da!) Bunda
elbette bir tutum olan şiiri, basma kalıp söyleyiş hâline getiren, onu teknik
kılığa sokup, sömüren şâirlerin de payı vardır. Şiirin unutulması, tutunma
yoğun bir yaşamın gücünden gelir, bu yaşam, yalnız şiiri değil, şiirden doğan
tinselliği de almış, götürmüş, kokuşturmuştur. Değerler, şiirin yitimi
sonucunda kokuşmaya başlamıştır!(Nietzsche!)
Sözün sınırları eyleme kadar uzanıyor Eski Yunan’da. Eylemle söz
birbirinden ayrılıyordu. [30]
Sözün müzikle yürütülmesi, etkileme, güç kaynağı olması, şiirden
yansımasındandır. Şiir, poiêsis anlamında Eski Yunan’da konumuz çerçevesinde
bakıldığında 1. İcât 2. Hüner 3. Büyü 4. Uyarlama 5. Kazanç 6. ürün oluşturmak,
meydana getirmek, yoktan var etmek 7. Tören yapmak anlamlarına geliyor. Tutunma
kültürü içinde ilginç bir yerde duruyor! Büyüsel bir gücü var. Bir başarıdır,
ortaya koymadır, ürün vermedir! Sözün sınırlarını aşar şiir.
Eski Yunan’da şiirin, teknik olarak anlaşılıp, kullanılma eğilimi vardı.
Bundan dolayı, marangozun, demir ustasının, ayakkabıcının ürünleri de “şiir”
di! Meydana getirme, doğurma, ortaya koymanın kendisiydi şiir, hangi alanda,
nasıl olursa olsun! Bu anlayışın ardında şiirin tutunma kültürünü dönüştürme
gücünün izlerini görürüz. Sanki bir tür kültürel mutasyondur, kültür tarihinde:
Kökten bir dönüşümdür, üstü bastırılmış, güdük kalmış bir dönüşüm. Şiir bundan
dolayı, söze (epos) eylem dışında, etki yaratıcı türküler olarak gelmişse de
tutunma yoğun kültürün etkisiyle, yaşam sorunlarının büyüsel, “teknik”, “
icâd”a dayalı katkıların adı olmuş. Poiêsis anlamında şiir, tutunma kültürü
içinde sonuca ulaşma, meydan getirme becerileri olarak ortaya çıkıyor. Poiêsis gerçekleştiren
kişi, bir anlamıyla şâir, poiêtikos, yaratıcı, üretken biri oluyor. Bu
üreticinin yapıp etmeleri, ahlâk eylemleri (prattein) değildir. [31] Şâirin ürünleri, prattein alanından, ahlâk ve
siyaset alanından uzaktır. Şiirin araladığı tutunma kültüründe, siyaset ve
ahlâk şiire uzak görülüyor, görülmek isteniyor.
Oysa, Arapça’dan dilimize girmiş “şiir”, “şuur” la ilgilidir. Şe’ere
fiilinden şu’ur ve şiir tıpkı birbirine dolanan sarmaşıklar gibi birbirine
girmiştir. Bir bilinçtir şiir. Tutunma kültürü ardından gelen şiir atılımı,
Arap dilinde “bilinç” olarak kendini duyurmaktadır. Eski Yunan Kültüründe
üretmek, ortaya koymak olarak görünürken, bedevî Arabın bilincinde yansımasını
bulmaktadır. İnsan türü, şiir denilen üstü örtülmüş dönüşümü farklı kültürlerde
farklı biçimlerde yaşamıştır. Bunlar arasında tutunma kültürü etkisiyle ortak
noktalar vardır: Büyü özelliği, müzik aracılığıyla şiir söylemek gibi… Arap
insanı, şiiri, sezgi derinliğiyle bilmek, kavramak olarak anlamış,
yüceltmiştir. (Özellikle İslâm öncesi dönemde yapılan şiir yarışmaları
düşünülürse!) Şiir derinden duyurmak, fark ettirmektir. Tavır olarak şiirin
yoğun biçimde yansıdığı kültürlerden biridir Arap Kültürü: Şuurlanmadır.
İncelik görmektir. Şaşırtıcı biçimde bu dilde şe’re (çoğulu şe’arat) “kıl”
anlamına gelmektedir. (Örneğin “la kedre şe’re” “bir kıl genişliğinde değil!”
demektir.) Hayvan kürkü, saç, kıl anlamına gelen sözcüğün “şu’ur” la, “şi’ir”
le ne ilgisi olabilir? Bu bir rastlantı mıdır? Belki bir “inceliği”, kılı, fark
etmeyle, şu’urla ilgili görüyordu bu kültür! Yine aynı kökten bir sözcük olan
“şa’a’îr” köçek anlamına gelmektedir. Şiirin oyun, eğlence yanı mı ortaya çıkmaktadır
bu sözcükle? “Kıl” ve ”köçek”? Şiir böyle mi gelecek? Şâ’irîye, şiir gücü, şiir
yetisi, yaratıcı şiir alanı, şiirsel karakter demek olan bu sözcük (çoğulu şâ’
irîyât) ne gibi oyunlar oynamaktadır Arap dilinde? Elbette uzman görüşlerine
karşı boynumuz “kıldan ince” dir. Fakd eş şu’ur, bir şuur eksikliği midir,
şiirin kaynağına varmayı engelleyen? Bir bilinçtir şiir, dünyaya karşı “farklı”
bir bilinç, şâ’irîyât doğuran bir bilinç. Derin bir bilinç. Arap çöllerinde
çınlayan. Dünyevî hesap kitap altında, kendine, çöllerde yankı arayan bir
çığlık.
Türkçe’ye nasıl görünür şiir denilen bir kültürel sıçrama: Bir tavır olan
farkındalık? Yır, yıra, ır gibi sözcükler çerçevesinde, örneğin, Divân-ü
Lügât-it Türk içinde düşünürsek ‘yır’ sözcüğünün koşma, türkü, hava gibi
anlamları vardır. Yır aynı zamanda ‘yer’le ilgilidir. Ülkeyle. Şiir bize bir
“yer” olarak görünüyor. “Yarmak”, parçalamak anlamlarına da yakın duruyor.
“Yer”mekle de ilgili.
Elbette, tutunma kültürünün yarılması, yerilmesidir, şiirsel dönüşüm. Şiir
kültüre kendi varlığını ‘yer’ olarak duyuracaktır, göçebe bir kültüre; yerecek
ve yaracaktır, çünkü onu uzağa çağıracaktır. (Yıra: Uzaklaşmak, ırak olmak!) Uzağa
çağıracaktır, yarıp; şiir ötede dir; bu dünyaya yaramak, yaraşmak için bu
çağrısını yineleyecektir.
Şiir, Türkçe’nin pınarında ırak bir yerdir, kendine yaraşan bir yaşamı
çağıran, çığıran bir türküdür. İçinde, yaşanan sıradan dünyayı yermeyi de
barındırır, bu dünyadan bir utanmadır.(yır, ır, ıra: Utanma!)
DİLE VURAN ŞİİR
Tutunma kültürünün “bir noktaya” gelmesi ile oluşan şiir kültürü, tutunma
kültürü içindeki bilimi, sanatı, inanç düzenlerini etkiledi. Tutunma kültürü
içindeki şiir, damarını, şiir gücünü, şâ’ irîyâtı kendi amaçları doğrultusunda
kullanmaya çabaladı. Şiirin gücü Eski Yunan-Roma kültüründe retorik olarak
dönüştürüldü. Siyasal, toplumsal konum elde etme çabasında, Eski Yunanca’daki
“rheô” “konuşuyorum” dan yararlandılar. Konuşan, anlamı tutunma kültüründe
buharlaşmış, geriye “lakırdı” olarak çökeltisi kalmış şiir gücüydü! Konuşarak ikna
etmeye çabaladılar. İkna ederek güç kazanma amacı taşıdırlar.
Şiir bizde, Divân Edebiyatı çerçevesinde “mevzun mukaffa” söz olarak
anlaşıldı. “Nazm” olarak ortaya çıkan şiir kültürü, içinde sıra ve düzeni,
“ipliğe inci dizmeyi” barındıran bir özellik taşıyordu. Konuşmanın, sözün bir
“cânı olduğuna”, çok etkin olduğuna inanılıyordu. “Nutkun cânı var”
deniliyordu. Batının ikna yoluyla güç elde etmeye çalışan retoriği önünde ,
söze saygıyla yaklaşan, sözün yaşam içinde etkin olduğuna, değişebilir, dönüşebilir
özellikler taşıdığına inanan Osmanlı, nazma dönüşen şiiri, Aşkî’nin sözleriyle
şöyle dile getiriyordu;
Vasf-ı dendânınla dürr-î nazma deryâdır gönül
Nutk sâhil akıl gavvâs u dürr-î şehvâr şi’r
Yârin dişinin öyle bir özelliği var ki nazm incisini taşıyan deniz
oluyor, gönül. Nazm incisi olarak gönlüne düşmüştür insanın. Öyle bir denizdir
ki o, sahili söz, dalgıcı akıl, iri taneli incisi ise şiirdir. Sahili söz,
dalgıcı akıl olan gönül denizinin incisi şiirdir, nazm dır! Şiir incisi gönül
denizinde oluşur. Bu inciyi ise akıl, dalar çıkarır!
Aklın, sözün, gönlün ve şiirin bu çarpıcı birlikteliği Batının pragmatik
yararcı retoriğinden oldukça farklıdır. Şiir, tutunma kültürü içinde yok olup
gitmez, insanların gönlündedir! Gönlü olanın ise, Divân-ı Lügât-it Türk’de
dendiği gibi [32] dilinden iyi sözler çıkar.
Tılda çıkar edgü söz
Belki Batılı, bu sözleri bir verbum inane[33] olarak görecek, belki non est bonum verbum
[34] ya da non est malum verbum [35] diyecektir.
Bizde söz, Batılının kaygılı, mücadeleci dünyasının anlayamayacağı biçimde,
gönül denizinin kıyılarını oluşturur. Şiir, kültürel dönüşüm içinde, onu duyan
gönüllerin denizinde inci oluşturmuştur. Şimdi onu çıkaracak akıl aranmaktadır.
Bu “vasıftaki” akıl ise, tutunma kültürünün tutsağı olduğu için ortaya
çıkamamaktır.
Ne yapılmalıdır öyleyse? Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca adlı yapıtının
sonundaki şiirde bunu çarpıcı biçimde yanıtlamaktadır.
Güzeldir karşılıklı susuşmak
Daha güzeli de gülüşmek, [36]
Akla yardım, susmakla olur, karşılıklı susuşmayı başararak akılla,
tutunma kültürünün sürekli konuşturup iş yaptırdığı akılla karşılıklı susuşmayı
öğrenmek gerek: Susuşarak sonradan gülüşeceğiz, birlikte. Şiir, belki ozanın
gönül denizinde aklın dalgıçlığına kendini hazırlayabilecek!
HAKÎKAT PERDECİSİ ŞAİR
Şâir, dil öncesi tutunma kültürü içindeki şiirsel dönüşümün izlerini
dilde arayan, bulan insan. Çok çok eski bir tarihte, tarih öncesi bir tarihte,
kültüre giren şiir kültürünün ortaya çıkardığı şiir duruşunun izlerini dilde arayan
kişidir, şimdi şâir. Bu duruşu yaşayabildiğinde, şuuruyla, bu tarih öncesi
tarihi kendinde yaşayabilir, bu ruhu kendinde duyabilir, bir tür büyücü olur,
bir tür şaman! Mücessem bir kelâm oluverir, bedenlenmiş bir söz. Büyücüdür,
büyüdür şâir, sözü aşan şâir olduğunda.
Şiir duruşu, yalnız bugün edebiyat türü olan şiire değil, diğer edebiyat
türlerine de, öyküye, romana, denemeye etkisini duyurmaktadır. Yalnız
edebiyatta değil elbette, sanatta, düşüncede, kültürün hemen her alanında
şiirsel olanın ortaya çıkmasının ardında, bu tarih ve dil öncesi şiirsel
dönüşüm bulunmaktadır.
Belki de evrenin yaratılışındaki şiiri görmekle gerçekleşti, tarih ve dil
öncesi şiirsel dönüşüm. “Tanrı şâirdir, insanlarsa yalnızca aktörlerdir” der
Balzac. [37] Şâirler, şiirsel dönüşümün ardında,
dilde bu dönüşüm izlerini arayıp bulan, bunu yazan; bir anlamda sahneye koyan,
sahnede oynayan aktörlerdir. Oysa, şâirin gücü hakîkati bulmaya yeter. Önünde
doğa vardır, doğayı örnek alıp, hakîkatin kılavuzluğunda yürümelidir. [38] Tutunma kültürü içinde görünen hakîkatin perdelerini
kaldırabilir şâir: Şâir hakîkatin örtülerini kaldıran, hakîkat perdecisidir.
(Perdeci, perde yapan anlamına da gelebilir!)
Bu perdeyi kaldıracak şâirin sıcak kanlı, ateşli, coşkulu olması gerekir.
Goethe’nin Doğu-Batı Divânından dinleyelim.
Şiir yazmak coşkudur hem de nasıl coşku
Bu konuda ulaşamaz hiçbir azar bana!
Sıcak kanlı kişi, yoksa içinde korku
Şendir, özgürdür, her şeyiyle benzer bana [39]
Şen ve özgür şâir, hakîkate yaklaşan yolculuğa çıkabilir. Yalnız
onlar mı, tâze olanlar, kanlı canlı olanlar, şiir kapısından içeri girebilir.
Yine aynı şiirde, Goethe konuşuyor:
Şiir yazmak coşkudur hem de nasıl coşku!
Sürükler savurur dalgalandırır yapısı.
Dostlar, hanımlar, tâze olanlar, yok hiçbir kuşku,
Buyrun yalnız size açık şiir kapısı!40]
İçi kurumamış insan, salt Goethe’nin anlattığı coşkulu biri değildir, iç
sıkıntısını (ennui!) yoğun biçimde yaşayan da perdecidir. Bu sıkıntıyı
yaşamıyormuş gibi yapan okur da, şâir de, içtenlikten uzaktır, iki yüzlüdür. İç
sıkıntısı da şiir kapısını açar. Baudelaire’i Okura adlı şiirinin son dörtlüğünde
dinleyelim:
İç sıkıntısı!- Gözü yaşlı istemeden,
Darağaçları düşler, yakıp çubuğunu.
Kibar canavar o, okur tanırsın onu
-
İki yüzlü okur,- benzerim, - kardeşim sen.
[41]
Coşku ve can sıkıntısı, iki karşıt uçta birleşir. Coşku ve iç sıkıntısı
savurur şâiri. Hakîkat yolculuğunda başlangıç ve son birleşir, yolun bitmeyişi
başlayamamaya yol açar.
Büyüklüğündür bitiremeyişin,
Hiç başlayamayışınsa kaderin.
Şiirin sanki yıldızlı gökkubbe
Başıyla sonu aynı, hep dönmekte,
Ortanın getirdiğiyse âşikâr
Sonda olan herneyse baştada var. [42]
Goethe bu şiiri Hâfız’a adamış. Hakîkat’e duruşunda şâirin tutumu
burada: Başlayamama ve bitirememe.
Başlayamama ve bitirememenin dünyası, bir su dünyasıdır, belki.
Âlem-i âb’ın, su dünyası içinde bir gemidedir şâir. Kadeh alır, “sefine-i şiir”
verir, şiir gemisi. Şiir mecmuası! Şeyh Gâlib’in su dünyasında, işi, kârı
budur, belki de kazancı! Bir kadehe, bir gemi dolusu şiir vermek, şiir dolu bir
defter vermek. Burada, “zevrak” da, sefine de, gemi, kayık anlamına gelebilir.
Şâirin kadehi de şiiridir belki, aldığı da verdiği de şiir. Başı da sonu da.
Seyr eyle kârın âlem-i âb içre Gâlib’in
Zevrak alır sefine-i şi’r ü gazel verir
Zevrak gönül kadehidir; şiir gemisi, gönül kadehidir. “Zevrak-ı
derûn”, iç kadeh, içimizdeki kadeh, “derd-i derûn”umuzdur, yürek
yanıklığımızdır. “Derûn-i hâne”mizde, ev içinde, hakîkat dolanır; şâirizdir,
nasıl yakalayacağımızı bilemeyiz, düşüverir gönlümüzden kadeh, taşlı yola
düşer; taşlı yol, şâire, şiiri, haram eden hayattır. Şeyh Gâlib’den dinleyelim:
Yine zevrak-ı derûnûm kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-î seng-sâre düştü
Şâir, “reh-î seng-sâr”da dolanır, taşlıklı yolda. Sırca yüreğini,
gönül kadehini düşürür durur, kırılıverir yürek, yayılır kâğıtlara paramparça
şiirler olarak.
Sonra o paramparça kadeh kırıntılarında hakîkat yansır, ışıldar bir
ok olarak, gelir saplanır, şiirin yüreğine. Bu ışıltılarda aşk, kanlı canlı bir
varlık olarak ortaya çıkar, şiir giysisiyle görünür insana, taşıdığı hakîkatle.
Nefis şiirlerden, saf hakîkatle
Bir oktur, gelir saplanır gönlüme!
Aşk bu, ete kemiğe bürünüp de
Çıkar şiir giysisiyle önüme [43]
Bir gün kapınızı çalıp gelebilir şiir, hakîkatin bir görünüşüyle,
örneğin Erôs olarak,
Erôs’tu görüp geçirmiş
Gelip çalmıştı kapımı.
“Kim” dedim “o yumruklayan?”
“Erôs! Açın hadi” dedi [44]
Siz beklemeyi bilirseniz şiir duruşuyla, bir gece apansız Erôs
yumruklar kapınızı, alırsınız içeri, ellerinde oku ve mızrağıyla gelir,
görkemli Erôs, yer gösterirsiniz oturur ve konuşursunuz. Mücessem bir söz
olarak, bedenli bir söz olarak, Erôs, Şiir, gelir, konuşursunuz.
ÖTE’DE ÜRPERİR ŞİİR
Öte de ürperir şiir. Yeri orasıdır çünkü. Dilden önceydi. Tarihten
önce. Dilden ve tarihten sonra da olacaktır. Öte, başlangıcı bir anlamda
olmayan, başlangıcı dilde belirtilemeyen. Başlangıcı olmayanın, bitişi de
olmayacaktır. Öteye geçme o, saptanamayan önceye dönmedir. Şiir bir edebiyat türü
olarak yazılı hâliyle yalnızca bir hatemdir: Bir mühür. Hatem, bir bitiş demek
aynı zamanda. Üzeri yazılı, mühür olarak kullanılan yüzük de demek. Şiir,
öteyle bu dünyayı bağlayan mühürdür, mührün mumudur da. Mum sözdür. İki dünya
arasında köprü olan. Mühür mumu. Şiir sözü. Bu mührün bitişi göstermesi
ilginçtir. Hatem-î dünyâ. Öte, şiirin sözüne açılmıştır ya, şâir ne kadarını,
nasıl görecektir? Öte, bilinseydi, öte olamazdı. Yazılsaydı öte olamazdı. Bir
tutum olarak şiir yazılamaz, yaşanır. Duyulur. Öteyi yazdığınızda, beriye
çekilmiş olursunuz. Örneğin, Yolculuğa Çağrı[45]
şiirinde Baudelaire şöyle betimliyor öteyi.
Orada her şey güzellik, dinginlik
Yalnız düzen, keyif ve zenginlik [46]
Baudelaire’e göre güzellik (beauté), dinginlik (calme), düzen
(ordre), keyif (volupté) ve zenginlik (luxe), ötenin özellikleridir. Hâşimin O Belde’sine
hem yakın hem uzak bir yer mi acaba? Öte, bir yer (topos) midir? Öteyi,
edebiyatın bir türünün yazarı olarak şâir bir yer olarak görmek eğilimi taşır,
bir ütopya olarak, Oraya yolculuk yapılacaktır.
Yeni yi, farklı olanı, bulmak için, cennet de olsa, cehennem de
olsa, bilinmeyenin dibindeki yeni yakalanmaya çalışılacaktır. Yine
Baudelaire’in Yolculuk’unda [47] görürüz bunu.
Dalalım uçuruma cennet cehennem fark eder mi?
Dalalım dibine bilinmeyenin bulmaya yeniyi!48]
Buradaki öte tutkusu, başlangıçtaki şiir kültürünü, dil öncesi şiir
tutumuna yönelik arayışı yansıtıyor. Bilinmeyenin ardına düşmüş, yeniyi arayan
şâir, öteye geçmeye hazırlanmaktadır. Ötede ne bulacaktır? Dil öncesi dönemdeki
o büyük dönüşümün izini arayan şâir, doğanın kendini ortaya koyuşunda yaşadığı
etkilenimi doğaya doğa koymak, doğaya doğa olmakla karşılamaktadır. Doğanın
verdiğini kendisi doğa olarak ödeyecektir. Doğanın altında kalmayacaktır! Öte,
bu dünyanın altında kalmamakla sınırlarına varılacak bir alandır. Öteye, beriye
beri koyarak, dünyaya dünya koyarak, dünyaya dünya olarak gidilir. Walt
Whitman’ın sözleriyle:
Göz kamaştırıcı dehşetli büyüklüğüyle ne çabuk öldürürdü beni gün doğumu,
Şimdi ve her zaman kendimden gün doğumları göndermeseydim ben. [49]
--------------------------------
Prof. Dr. Ahmet İNAM
Nisan
2005, İstanbul
NOTLAR
1. “Perhaps”, vielleicht, peut-être! Derrida, bu deyimi Nietzsche’nin
dostluk anlayışını tartışırken, kullanmıştı. Bu metinden esinlenip yorumlayarak
alıyorum, “belki” yi. Bkz. Jacques Derrida, Politiques de l’amitié, Editions
Galilée, 1994
2. Taedium vitae
3. Kenos, boş; kenosis boşaltma anlamında.
4. Lebensgebiet
5. Ubî pedes ibi patrîa
6. Çünkü, yârları yok, yarılmışlıkları, dünyanın herhangi bir
yerine yurdum diyemeyen!
7. Eski Yunanca da kenos’un, boşluğun, zıttı olan pleôs, mestos,
plêrês gibi sözcüklerin yerine, Türkçe de “pılı pırtı”yı, “ıvır zıvır”ı,
kullanıyorum!
8. Tıpkı, şu an, benim yaptığım gibi!
9. Hostilité
10. Oikêsis
11. Bebaios
12. Souviens-toi qu’en nous il existe souvent
Un poète endormi, toujours jeune et vivant
Alfred DE MUSSET
A Sainte-Beuve
Türkçe dışındaki dillerden çeviriler benimdir.
13. Garde tes songes:
Les sages n’en ont pas d’aussi beaux que les sots.
Baudelaire, Les Épaves
XVII-La voix
14. “Biz” içinde, bu satırların yazarı olan “ben” yoktur!
15. Quand notre coeur a fait une foi sa vendange
Vivre est un mal.C’est un secret des tous connu.
Baudelaire, Les Fleurs du Mal, XL
16. Grandes âmes
17. Les plus grandes âmes sont capable des plus grands
vices, qussi bien que des plus grandes vertus.
Descartes, Discours de la
Methode,
Premiere Partie
18. NOTHING is easy! Pity then
The poet more then other men:
And since his aim is ecstasy,
And since none work so hard as he,
Forgive the poet, poesy’
James Stephens
19. Eğitim sistemimizde hâla mâlûmâta boğulan gençlerimizin üstüne
“bilgi” yığılıyor. Oysa, bilgilenen insanın bu bilgiyi süzebilmesi gerekli.
Yığma bilgiyle bilim ve felsefe yapılamayacağı gibi şiir de gerçekleştirilemez.
Sanat yapılamaz!
20. Homo poîêsis diyebiliriz belki ona!
21. Natūrā abhorret ab vacuô.
22. De Rerum Natura, I. 367
23. dedicat et multo vacui minus intus habere
24. Mahmut Kemâleddin-i Fenârî’nin “Kıt’a” sı.
25. Goethe, Doğu- Batı Dîvânı’nda, Mutluluk Veren Özlem (Seelige
Sehnsucht) şiirinden:
Und so long du das nicht hast,
Dieses: Stirb und werde!
Bist du nur ein trüber Gast
Auf der dunklen Erde.
26. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu, Rehber
Yayınları, Ankara, 1997, s. 675
27. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Maarifet Yayınları,
İstanbul, 1999, s.499
28. a.g.y.
s.499
29. Bulmadığınız şeylere sevinmeyin/ (çünkü) Bilge kişiler bunu yererler.
30. Örneğin, Platon, Yasalar 879 c’de söz ve eylemi ayrı ayrı düşünür!
31. Örneğin, Platon, Kharmides, 163 b
32. III, 160
33. Boş söz
34. İyi söz değildir.
35. Kötü söz değildir.
36. Schön ists, miteinander schweigen
Schöner, miteinander lachen,-
37. Dieu est la poète et les hommes ne sont que les acteurs.
J.L. Guez Balzac, Socrate Chrétien, Discours VIII.
38. Victor Hugo, Odes et Ballades, Préface’da şöyle diyor: “Le poète ne
doit avoir qu’un modèle, la nature; qu’un guide, la vérité.” Şâirin örnek
alması gereken tek şey doğadır, tek kılavuzu ise hakîkattir.
39. Dichten ist ein Übermut,
Niemand schelte mich!
Habt getrost ein warmes Blut
Froh und frei wie ich.
Derb und Tüchtig (Canlı ve Gücü Yeten) adlı şiirden.
40. Dichten ist ein Übermut!
Treib’ es gern allein.
Freund’ und Frauen, frisch von Blut,
Kommt nur auch herein!
41. Au Lecteur şiirinden:
Ćest l’ Ennui!- L’ oeil chargé d’un pleur involontaire,
Il rêve d’ échafouds en fumont son houka.
Tu le connais lecteur, ce monstre délicat
-Hypocrite lecteur- mon semblable, - mon frére!
42. Goethe’nin Doğu-Batı Dîvânı’nda Unbegrenzt (Sınırsız) adlı şiirinde:
Dass du nicht enden kannst das macht dich gross,
Und dass du nie beginnst, das ist dein Los.
Dein Lied ist drehend wie das Sterngewölbe,
Anfang und Ende immerfort dassselbe,
Und was die Mitte bringt, ist offenbar
Das, was zu Ende und anfangs war.
43. Goethe’nin Doğu-Batı Dîvânı’nda Süleika (Züleyhâ) şiirinden.
Süsses Dichten, lautre Wahrheit
Fesselt mich in Sympathie!
Rein verkörpert Liebesklarheit
In Gewand der Poesie.
44. Anakreon’a (M.Ö. 563-478) atfedilen şiirin bir bölümü şöyle:
tôt’ Erôs epistatheis moi
okheas thurôn ekopton.
“tis” efên “thuras arassei
ho d’ Erôs anoige” fêsin.
45. L’ invitation Au Voyage
46. Là tout ńest qu’ordre et beauté,
Luxe, calme et volupté.
47. La Voyage
48. Plonger ou fond du gouffre, Enfer ou Ciel, qu’importe?
Au fond de l’ Inconnu pour trouver du neouveau!
49. Song of Myself (Kendimin Şarkısı) şiirinden:
Dazzling and tremendous how quick sun-rise would kill me,
If I could not now and always send sun-rise out of me.
Yorumlar
İçerik yoruma kapalıdır.
|